Bu iki kelimenin benim için ne ifade ettiğini düşünmeme neden olan hikâyeyi okuduktan sonra fark ettim ki, anneannemin sandığı yok. Ben henüz dokuz yaşındayken anneannem bu dünyadan ayrıldı. Zaten yaşamının son beş yılını hastalıkla boğuşarak geçirdiğinden kendimi bildiğim zamanlarda da sağlıklı bir iletişim kuramadık. Oysa iki apartman yanımızda oturup günün büyük bir bölümünü yanında geçirmemize rağmen. Bu yüzden onun sandığına rast gelemedim. Belki de ilk yazdığım çocuk kitabını anneannemin evinde bulduğum bir kutu içindeki fotoğraflardan kurgulamamın bu yoklukla bir bağlantısı vardır.
Bir sandık neden vardır ve genellikle bu bir çeyiz sandığıdır?
Anneannemin yok, annemin var, benim yok. Sanırım benim açımdan bu yokluğun, kadın odaklı el işlerinden pek haz etmememle alakası var. Muhtemelen hiç kullanılmayacak ağır nakışlar, danteller, perdelere, örtülere karşı bir sempati hiç beslemedim. Ama benim için hazırlayanlara da karışmadım. Bıraktım benim adıma renkli nakışlı örtüler, örgüden mutfak önlükleri, tutaçlar, gelin olunca ayrı lohusa olunca ayrı serilecek yatak takımları hazırlasınlar. Ne zaman bir sandık doldu, “Yeterli” dedim. Bu kadarı yeterli. Annemin çeyiz sandığı benim eşyalarımla doldu ve kapağı kapandı.
Aslında annemim çeyiz sandığını ben hep sevdim. Çünkü çok değişik bir modeldi. Ahşap değildi. Muşamba gibi bir şeyden yapılmıştı. Üzerinde ahşap çıtalar, deri gergiler ve parlak kabaralar vardı. Kilidi çok özgündü. Rengi ev dekorasyonumuza uyuyordu. Bu sebeple o sandık benim gözümde bir sehpa oldu. Pencere önündeki iki berjer koltuğun arasına da pek yaraşınca annem ile babamın öğleden sonraları karşılıklı oturup sohbet edip çay içtikleri yerde onlara kulak misafiri oldu. Öyle ya, o sandık zaten ikisinin ortak yaşamı için hazırlanan eşyalarla doldurulmuşken artık görevine farklı bir şekilde devam edebilirdi.
Sandık bir sembol olsaydı, benim sandığım nakışlar, danteller, örtülerle dolu olmazdı. Sandığıma sevdiğim şeyleri doldururdum. Hayallerimi. Becerilerimi. Sabrımı. Sevgimi…
Hepsini zamanı geldiğinde çıkarır kullanırdım. Bunları yazarken şu an geçmiş zaman kullandım oysa ben tam da böyle yaptım. Öyle güzel hayaller kurdum ki, çeyizini satan kadının hikâyesini yazdım. Çeyiz ne için vardı? Yeni bir hayata başlamak için hazırlanan eşyalar bütünü değil mi? O halde çeyizlerimi satıp istediğim bir yolculuğa çıkabilirdim. Bu yolculuk bana hangi kapıları açar, kim bilebilir ki? Kahramanım da öyle yaptı. Çeyizlerini satıp, bir trene atladı ve gitti. Ne kadar cesurca…
Sandıklar kullanılmayacak veya kullanmaya kıyamayacak kadar değerli eşyalarla doldurulmamalı. Bin bir emekle hazırlanan bu eşyalar o sandığın içinde bazen havasız, bazen naftalin kokulu bazen de şeytan işi lekelerle kaderini beklememeli.
Benim sandığım yok. Anneminkini ödünç aldım. O da sehpa yapmak için. Sandıklara hak ettikleri değerleri vermemiz, içindekilerin yaşamımızda var olması için çabalamamız dileğimle.
Oya ENGİN/ 05 Ekim 2018, İstanbul
Çeyiz dizmeye meraklı olmayanın bir ben olduğumu düşünmüşümdür. Yazıyı okuyunca ortak bir yanımızı görmüş bulundum.
Of his works, he is especially famous