Galiba bugün Didem’in doğum günüydü. Dün akşam çöpü dışarı çıkarırken karşılaştıklarında elinde kocaman bir pasta kutusu taşıyordu, bir dolu poşet ile birlikte. Bu sabah yukarısı da kalabalık olduğuna göre, öyle olmalıydı. Müzik sesine karışan kahkahalar aşağı kata kadar geliyordu.
Partinin neşesi onu da sarmaladı. Ayaklarıyla tempo tuttuğunu fark ettiğinde kendi kendine gülümsedi. Tarçın da mutluydu. Sallanan ayağına sürünüyordu. Kulak kabarttı, “Papatya gibisin beyaz ve ince,” diyordu tok bir erkek sesi.
“Nedir bu şamata sabahın köründe, “ diye kükreyerek mutfağa giren kocasının sesi beyaz papatyaların boynunu büktü. Yukarı kattan mutfağına dolan pırıltılı güneş ışıkları yok oldu. Çizgili pijamasının bir paçası ayağının altında sürüklenen kocası uyumaktan şişmiş gözlerini tavana dikmiş papatyalara isyanını haykırıyordu.
“Yetti bu kadın artık. Doluşturmuş eve sabahın köründe bir araba insan. Tepinip duruyorlar tepemizde.”
Elindeki çay fincanını mutfak tezgâhının üzerine bıraktı. Kocasının karşısına dikildi.
“ Sus, bağırma. Tepinen falan yok. Ne güzel eğleniyorlar işte. Tango çalıyorlar.” Derin bir nefes aldı. Sesini yumuşatarak, “Gençliğimizdeki gibi. Gel, sen de dinle. “
Aslında, “Dans edelim,” demek geçiyordu içinden. Bir an duraksadı. Gözü önce kocasının gelişi güzel uzamış sakallarına sonra da pijamasının paçasına takıldı. O ise söyleniyordu.
“Bu devrimciyi attıracağım bu apartmandan. İlk toplantıda keseceğim biletini.”
“Onun adı Didem,” dedi kocasına.
Dik dik baktı kocası. “Neyse ne! İlk toplantıda attıracağım buradan, göreceksin. Apartmanda çoluk çocuk var. Her yerde konuşuyorlar hakkında. Kahvecinin karısına da ‘Hayatımda devrim yaptım ben,’ demiş.”
Yönetici olduktan sonra iyice coşmuştu kocası. Aidat istemeye gittiği bir gün Didem’i evde arkadaşlarıyla içki içerken görmüş, söylene söylene geri gelmişti.
Oysa, o çok seviyordu komşusunu. Kayınvalidesine yatıya gittiklerinde kedileri Tarçın’a o bakıyordu. Evin anahtarını bile kocasından gizli ona veriyordu, çiçekleri gelip sulaması için. Bir keresinde hasta olduğunda çorba yapıp getirmişti.
“Devriminden kime ne? Kadın işte. Sadece özgür.”
“ Sabahın köründe parti mi olurmuş?” diye söylenerek yatak odasına geri dönen kocasının sesi düşüncelerini böldü.
Saatine baktı. Öğle vakti geçmek üzereydi. Kendine bir çay daha koydu, ocağı kapattı. Fincandan yükselen çayın nemli, bergamot kokulu buharını yüzüne tutu. Gözleri kapalı, öyle durdu kıpırdamadan. Alkış sesleri geldi yukarıdan. “İyi ki doğdun,” diye tempo tuttular. O da alkışladı. Başını yukarı kaldırarak “Yeni yaşın uğur getirsin Didem, ” diye seslendi. İki kişilik yalnızlığı, iki kişilik mutsuzluğu içinden dışarı taştı, gözleri doldu.
Ding- dong… Ding- dong…
Tarçın ayaklarına dolandı. Kırmızı fiyonklu terliklerini sürüyerek koridorda birlikte ilerlediler. Zili çalan ısrarcıydı.
Ding- dong… Ding- dong…
Kapıyı isteksizce açtı. Karşısında kısacık saçları, portakal rengi gömleği, parlak taşlı halka küpeleriyle, yüzünde kocaman gülümsemesi, içinde pasta olan bir tabağı tutan Didem duruyordu. Pastanın çikolata sosu kremanın içinde görünen krokanların arasından sızıp duruyordu.
Didem şakrak bir ses ile “Senin için, “ dedikten sonra şaşkın bakışlarla baktı yüzüne. Bir şey sormadı. Pastayı uzattı, dizlerini bükerek çocuksu bir hareketle, bekledi.
“Gelsene yukarı,” dedi. “Arkadaşlar var, birazdan hep beraber çıkacağız. İstikâmet doğru Beykoz tepeleri. Leyleklerin göç zamanı. Gelmeye başlamışlar. Şanslıysak onları gözlemleyeceğiz.“
Leylekler mi geliyormuş?
Leylek göçü neden izlenir ki?
Komşusu ne zaman gitti, o ne zaman içeri girdi, pastayı ne zaman yedi hatırlamadı. Pasta tabağını yıkadı, kuruladı. Kapı girişindeki dolabın üzerine bıraktı. Evin anahtarları gözüne takıldı. Anahtarlığın ucunda kocaman bir bebek patiği vardı. Yanında mavi nazar boncukları, pembe inciler, simler, pullar. Aynada aksini gördü. Dudağının kenarına bir parça çikolata sosu bulaşmıştı. Doğum günü pastasını gizlice parmaklayan çocuklara benzemişti. Güldü haline. Islak mendil almak için banyoya giderken vazgeçti. Tekrar aynanın önüne geçti. Parmağını çikolata lekesinin üzerine sürdü yavaşça. Eline bulaşan lekeyi diliyle temizledi. Bu çok hoşuna gitti. Aynadan gözlerini ayırmadan,
“İşte devrime hazırlanan yeni bir kadın,” dedi. “Kocama bir dert daha, biraz da benim devrimimle uğraşsın.”
Saçlarını elleriyle düzeltmeye çalıştı. Olmadı. Toplamaya karar verdi. Yaldızlı bir kelebek tokanın içine sıkıştırdı dağınık buklelerini. Geç mi kalmıştı acaba?
Gözü aynanın önünde duran gazetedeki fotoğrafa ilişti. Bir kadın, bir sandalı tek başına kullanıyordu. Gülümsedi kendi kendine. “Zamanıdır,” dedi.
Usulca yatak odasına göz attı. Kocası evinde gerçekleşen ani devrimden habersiz, kim bilir hangi rüyanın içinde yuvarlanıyordu. Komodinin üzerindeki çerçeveye ilişti gözü. Düğün gününe ait elinde kalan tek fotoğraftı. Diğer fotoğrafları bir tartışma sırasında kocası yırtmıştı. Fotoğrafa özlemle baktı. Gelinliğini annesi dikmişti. Düğünden kısa bir süre sonra aniden annesini kaybettiğinden bu fotoğraf onun için çok değerliydi. Çerçeveyi sakladı.
Yavaşça giysi dolabını açarak elbiselerine baktı. Topu topu üç tane elbisesi vardı. Biri kızının nikâhına aldığı siyah uzun kollu, diğeri de önünde beyaz pullarla çiçek deseni işlenmiş gri olan. Üçüncüsü zaten üzerine olmuyordu. İkisini de giymek istemedi. Dolabı kapattı. Kapının arkasındaki plastik sepet içinde katlı duran tişörtlere baktı. Komşusu nasıl rengârenk giyiniyordu. O da renklerle işe başlamalıydı. Şöyle aynaya baktığında içini ısıtacak, neşe saçacak. Evet, neşeli olmalıydı kıyafeti. Açık yeşil renk bir tişört vardı. Kızının eskisiydi ama olsun. Önünde İstanbul yazıyordu. Martılar uçuyor, deniz dalgalanıyordu.
Kot pantolonunu çamaşır ipinden aldı. Kendi kendine “İyi ki dün yıkamışım,” dedi. Yeni yıkandığından biraz dar geldi. Bacaklarını gerdirerek, birkaç kere çömelip ayağa kalktı. Pantolon biraz genişledi. İstanbul’lu tişörtü giydi, yüzüne hafif bir makyaj yaptı. Biraz allık, belli belirsiz ruj.
Mutfaktaki mor menekşesini pencerenin kenarından aldı. Saksısını nemli bir bezle temizledi. Yaprakların arasından uzanmış katmerli goncalara birer öpücük kondurdu. “Artık sizin anneniz Didem olacak,”diye fısıldadı. Yıkadığı pasta tabağını da aldıktan sonra eli anahtarlarına gitti. Anahtarlığın ucundaki halka boş kalana kadar boncukları, incileri, patiği çıkardı. Kocası kalktığı zaman onu evde bulamayınca ne olacaktı? İlk kez haber vermeden bir yere gidiyordu.
“Ne olursa olsun, adı devrim olsun,” diye fısıldadı.
Tarçın huzursuz adımlarla koridorda dolaşıyordu. Çömeldi, yanına gelen hayvanı sevdi. Kedi kuyruğunu titreterek kendi etrafında birkaç tur attı.
Mırıldanan kediye “Hoşçakal,” diyerek el salladı, çantasını aldı, daire kapısını yavaşça kapatıp yukarı doğru merdivenleri adımlamaya başladı.
Oya ENGİN, 05 Kasım 2015, Bodrum
Son Yorumlar