Sordum, soruşturdum. Geçmişe özlemler çoğalıyorsa, “Bizim zamanımızda,” diye başlayan cümleler kurmaya başladıysak ya da bir şarkıyla kendimizi anılarımızın içinde buluyorsak artık yaşlanma eğilimindeymişiz. Bir de kokular. Nereden çıkıp geldiğini anlayamadığımız bu kokular bizi peşine takıp, bazen mutlu bazen de hüzünlü anılarımızın içine çekiveriyorlar.
Dün akşam bir hasta ziyaretine giderken bahçeli apartmanların sıralandığı bir sokaktan geçiyordum. Çocukluğumun kahramanlarından, Anadolukavağı’ndaki bahçemizin asırlık çam ağacının bire bir aynı kokusu birden beni sarıp sarmaladı.
O an hızlıca hesaplayınca bir de baktım ağacımızdan ayrılalı tam 26 yıl olmuş. Evimizin kapısını açtığımız her sabah ilk onunla karşılaşırdık. Devasa gövdesi, sedir şeklindeki dalları, kozalakları ile bize “günaydın” der, reçineli kokusuyla günümüzü aydınlatırdı. Gündüz gözüyle geceleri üzerinde yaşayan baykuşu arardı bakışlarımız. Ama nafile, göremezdik. O gece kuşuydu. Bir kez aşağıya inmiş, göz göze gelmiştik. O an aşık oldum o kuşa.
Ağacımız Boğaziçi’nin hatta İstanbul’un nadir ağaçlarından biriydi. Dedemin babası bin sekiz yüzlü yılların başında dikmiş ve bizden satın alan yeni sahibi tarafından nasıl korunamadığını anlayamadığımız ana kadar yaşamıştı. Aslında koruma altında olan bir ağaçtı. Bahçe düzenlemeleri yapılırken köklerine zarar verilmiş olduğunu tahmin ediyorum. Bir buçuk asırı devirmiş ağaç bir kaç yılda kuruyup gitti. Şunu dediler. “Ağaca yıldırım düştü.” Nedense bin sekiz yüzlü yıllardan beri düşmeyen yıldırım bin dokuz yüzlü yıllarda düştü. Küresel ısınmadan dolayı olabilir mi acaba? İyi niyetli düşünmeye çalışıyorum.
Ağacımızın altında kardeşimin sünnet düğününü, yaş günleri kutlamalarımızı, geleneksel “Yarım Ekmek Arası Köfte Partisi” etkinliğimi, şarkılı türkülü kabul günlerini, konu komşunun kına gecelerini yapmıştık. Hani derler ya, “O ağacın dili olsa da konuşsa. Neler anlatırdı neler…”
İlkbaharın gelmesiyle dallarının gölgelerine kocaman bir masa kurar, eski tahta kolçaklı muşamba koltuklarımızı yerleştirir, tüm günümüzü orada geçirir, neredeyse sadece yatmadan yatmaya eve girerdik. Dallarından birine kocaman bir salıncak kurar, yaz boyu sallanır da sallanırdık. Köpeklerimiz, kedilerimiz çam ağacımızın altında mesut mutlu yaşardık.
Şehrin ortasında, bir apartmanın bahçesindeki çam ağaçları beni kokularıyla geçmişe sürükleyerek kendi ağacımızın da içinde olduğu çocukluk günlerime geri götürdü. Kokunun geldiği bahçenin duvarına yaslanarak gözlerimi kapattım. Kocaman bahçemizdeki mutlu, tasasız, ailemizin hep bir arada olduğu günlere döndüm. O zamanlar meğerse ne kadar mutluymuşuz. Babam da bizimleyken.
Eyvah, ben galiba yaşlanıyorum. Olsun korkmuyorum.
Oya ENGİN/20.11.2014, İstanbul.
Asırlık çam ağaçlarının her insan için önemi büyüktür .Anadolu kavağı ilk okulunda okuyup baharın gelişiyle “Bizim zamanımızda” gleneksel hale gelmiş ceneviz kalesinin sağ tarafına düşen kısımdaki koca çam ağacının altında piknik yapmak o gün bizi çok mutlu ederdi. Bu mutluluklar hep anılarda kalacak insanların hırsları yüzünden bu tür mutluluk araçları yok olup gidiyor. Tek söylenecek söz “Selam olsun o günlere”
Figo