Annem ve babam aynı iş yerinde çalıştığından çoğu zaman yıllık izinleri denk düşmüyordu. Biz genellikle annem ile beraber köye giderdik. Yine böyle bir tatil sırasında babam, sürpriz yapıp birkaç günlüğüne yanımıza gelebilmişti.
O gün kümesten bir tavuk çıkardılar. Oracıkta kestiler; tüylerini yoldular. Büyükçe bir oda olan mutfaktaki beyaz badanası yer yer kararmış, içinde kara kara odunları olan bir ocağın yanına geldik. Yolunmuş tavuğu baş aşağı sallandırarak ayaklarından tutan üvey babaannem; bir tencerenin içinde sıcak suyla yıkanmasını söyledikten sonra tavuğu tezgaha bıraktı. Ocağın başına geçen kadın, odunları kenara koyduktan sonra yerdeki sepetin içinden aldığı çalı çırpıları tutuşturarak kocaman bir ateş yaktı. Ateşin ilk kıvılcımlarıyla beraber duyduğum çıtırtı hala kulaklarımdadır. Alevlerin çalılar arasında dans eder gibi birbirinin üzerinden atlayarak yükselmesini izlemek bana bir oyun gibi gelmişti. Gözlerimi alevlerden ayıramıyordum. Sonra tutuşmuş çalıların üzerine odun parçaları, en üste de kenara alınmış kara odunlar kondu.
Üvey babaannem sinirli bir kadındı. Ocak yanmak üzereydi ama hala tavuğun yıkanmamış olduğunu görünce yüksek bir sesle mutfaktakilere bağırmaya başladı. Çok korkmuştum. Ocağa biraz daha yaklaştım. Alevlerin sıcaklığı yüzümde dolaşıyordu. O kadar yaklaşmışım ki ocağa, kahküllerimin tütsülendiğini sonradan fark ettim.
Yanmış odun kokusunu hala çok severim. Seyyahatlerimde ne zaman yanan bir ocak, şömine görsem o güne geri döner, üvey babaannemin kızgın sesiyle kadınları azarlamasını ve ocaktaki çalıların çıtırtılı kokusunu hatırlarım.
‘’Ateş kıvama geldi, tavuğu getirin’’ diye bağıran babaanneye sopaya geçirilmiş tavuğu getirdiler. Özenle ateşin üzerine oturtulan tavuk döndürülerek pişirilmeye başlandı. Herkes mutfaktan çıktı. Uzun sürecekmiş pişmesi. Yengemin gelini ve ben kaldık ocağın başında. O; arada sırada tavuğu döndürüyor, sonra başka işler yapıyordu. Ben öylece tavuğu seyrediyor, yavaş yavaş renk değiştirmesini, derilerinin boncuk boncuk kabarmasını, bu kabarıklardan damlayan suların akarak ateşe düşmesini , düştükten sonra çıkan cızırtıyı ve dumanları izliyordum. Ve tabi yavaş yavaş her yere yayılan o inanılmaz kokuyu. Pişene kadar başından ayrılmadım. Bir ara babam geldi yanıma. ‘’Bu sıcakta ne işin var kızım mutfakta? Bahçeye yanımıza gel..’’ dedi ama ben istemedim.
Bahçede, çardağın altına kurulan masanın tam ortasına kondu tavuk. Yanında diğer yiyeceklerle beraber. Çok sabırsızlanıyordum tadına bakmak için. Kızarmış, çıplak bir tavuk. Öylece tabağın içinde duruyor. Görüntüsü hem ilginç hem de çok güzeldi. Nihayet bir çatalın ucundaki büyükçe bir parçayı ‘’en çok sen hak ettin, pişene kadar başından ayrılmadın’’ diyerek bana verdiler. Çok beğenmiştim tadını. Kahverengimsi deriler çıtır çıtırdı. Bazı yerleri sertleşmiş, damağıma bile batmıştı. Ama olsun, çok güzeldi. Bizim için pişirilmişti. Babamın da olduğu bir tatildeydik. Köydeydik. Çok mutluydum. Bu duygularla tabağımı çabucak boşalttım.
Ne zaman kızarmış tavuk yesem o gün aklıma gelir. Keşke o yemeği bize öz babannem pişirebilseydi diye hayıflanırım. Babaannemi hiç tanımadım. Ben doğmadan çok önce ölmüş. Nur içinde yatsın. En büyük arzularımdan biri köydeki evimizde, o ocakta, kendi torunlarıma böyle bir tavuk pişirebilmek. Ama önce benim oğlanın evlenmesi gerekiyor.
Oya ENGİN, 17.11.2014/İstanbul..
Son Yorumlar