Yürüyen Merdiven…

 

 

Kadın telaşlı adımlarla metro istasyonuna girdi, turnikede akbilini okuttu, yeni kurulan güvenlik aletlerinin içinden hızla geçti, geçerken güvenlik görevlisi kızla göz göze geldi. Birbirlerine belli belirsiz tebessüm ettiler.

Upuzun merdivenin başına gelince biraz soluklandı. Hareket eden metal oluklu basamağa adımın attı, yürüyen kol bandına tutundu, bekledi. Düşünceleri de ayakları gibi hızlıydı. Yürüyen merdivenle ilk tanıştığı gün geldi aklına. Kızılay’da o dönemlerin en ünlü mağazasında binmişti. Yedi yaşındaydı. Kardeşinin geçirdiği ağır hastalık sırasında annesi onu dayısının yanına katmış  “Kızı oyala, bir şeyler yap, ben ilgilenemeyeceğim,” demişti. Dayısı onu ertesi gece trene bindirmiş Ankara’ya götürmüştü. Mavi Tren vardı o zaman. Haydarpaşa Tren İstasyonu’ndan kalkardı. Saat 23.05 dedi mi geceyi bölen düdük sesi ve homurtularla yola çıkardı. Eniştesinin sorduğu bilmece geldi aklına. “Bir yolcu gece tren giderken elindeki yüzüğü pencereden düşürürse istasyona varınca nerede düşürdüğünü nasıl anlar?” Düşünmüş, düşünmüş bulamamıştı. Eniştesi ipucu vermişti. “Say, tıkır, tıkırları,” Saymıştı tren kalkar kalkmaz, hiçbir şeyi kaybolmadığı halde. Belki de sabaha kadar sayacaktı uykusu gelmeseydi.

Yürüyen merdiven aşağı doğru süzülüyordu. Önünde kimse yoktu. Bir an başı döner gibi oldu. Bu merdiven, istasyonlar içindeki en uzunlarından biriydi. En tepesindeyken derin bir mağaranın içine yuvarlanır gibi bir his veriyordu. Aşağı indikçe yoğunlaşan küf kokusu bu hissi kuvvetlendiriyordu. Yan tarafa bakarak baş dönmesini geçirmek istedi.

Merdivenin bittiği koridorda hareketlenme oldu. Boşalan trenden yolcular hızla karşı taraftaki yukarı çıkan yürüyen merdivene dizilmeye başladı. En önde genç bir kız ile sevgilisi olduğu belli bir delikanlıyla el ele tutuşmuştu. Kızın el çantasını genç çocuk taşıyordu.  Yüz yüze dönmüş, gülüşüyorlardı. Birbirlerine bakarken kız sevgilisinin dudaklarına bir öpücük kondurdu.  Aynı anda kadın ardında bir ses duydu. Döndü, baktı. Yaşlı bir adam mırıldanıyordu. “Fe subanallah, iyice ar damarı çatlamış bunların…” diye başlayan bir şeyler söylüyordu.  Duymamazlığa geldi.

Sevgi güzel şeydi … O da, “Gençlik gibi var mı?” diye mırıldandı yaşlı adama nazire edercesine.  Sevgililerin ardında tek başına genç bir kız duruyordu, saçlarının içinde mavi bukleler olan. Uzaktan bakıldığında kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. Kulaklıkları gür saçlarının gizlediği kulaklarındaydı belli ki. Kadın, “Saçlarının kıymetini bilse bari,” diye düşündü.  Kimyasal şampuanlar, hava kirliliği ve nihayetinde menopoz saç maç bırakmıyordu insanda… Mavi bukleli kızın arkasında yaşlı bir adam bekliyordu. Bir elinde önde tek kilidi olan yıpranmış deri bir çanta, diğer elinde tuttuğu incecik kitabı okuyan. Kadının bakışları bu adamda takıldı kaldı bir süre. Saçları tamamen beyaz, gür, bir o kadar da bakımlı. “Gençliği yakışıklıymış. Birine benziyor,ama kime?  Hah buldum! Ömer Şerif’in havası var. Ah, Doktor Jivago… Ne harika bir filmdi. Akşam internetten bir kez daha mı seyretsem?” diye içinden geçirdi.

Karşı merdivende sağ tarafta bekleyenlerin yanından sabırsız, aceleci yolcular geçiyordu. Kendi yanından da bir kaç kişi.  Birden merdiven durdu. Her iki taraftaki yolcular huzursuzca kıpırdandı. En aşağıdan neşeli çocuk cıvıltıları geldi. Belli ki çocuklar yine eğlence peşindeydi. Acil durum butonuna basıp yürüyen merdiveni kısa süreli olsa da durdurmuşlardı. Yaşlı bir kadın çocuklara avaz avaz bağırmaya başladı. “Anneniz yok mu sizin? Sokağa salmış …” gibisinden bir dolu serzeniş. Daha merdivenin ortalarındayız. Yaşlı dizleriyle çıkacağı basamaklar onun kim bilir kaç gününe mal olacak? Çocuklar aşağıda eğlenirken, yürümek zorunda kalanlar sıkkın.

Yukarı çıkanlar arasında orta yaşlı bir çift takılıyor gözüne. Kadın kuaförden yeni çıkmış. Saçları spreyli,  kalıp gibi. Gündüz vakti için abartılı bir bluz var üzerinde. Omuzlarında parlak taşlar olan.  Adam da tiril tiril giyinmiş. Çok özenli. Kadının elinde canlı çiçekler var. İlk kez buluşmuşlar galiba. Hem çekingen, hem birbirlerinin kollarına atlamaya hazır hissi yayıyor beden dilleri.

Merdivenin sonlarına doğru bir turist grubu gözüne çarpıyor. İş amaçlı ülkeye gelmişler, boyunlarında ki tanıtıcı kartlarından anlaşılıyor. Hararetli bir konuşma içindeler. Bir tanesi suskun. İlgiyle tavanlara bakıyor. Saçlarının rengi dikkatini çekiyor. Tam istediği, kuaförünün bir türlü tutturamadığı ton. “Hemen fotoğrafını çekmeliyim” diyor. Sırt çantasın fermuarını aceleyle açıp, elini içine daldırıyor. “Nerede bu telefon, nerede?”  Buluyor. Fotoğraf çekim ikonuna basıp açıyı ayarlamaya çalışıyor. Durduğu yerden bir adım sola atıyor, yan dönüyor, yanı başında bir rüzgâr hissediyor, ağzından bir çığlık yükseliyor.

 

Bir gün sonra…

 

“Neredeyim ben?”

“Merhaba, hastanedesiniz.”

“Ne oldu ki?”

Hemşire serum kontrolünü yaparken yumuşak bir ses tonuyla fısıldıyor.

“Ufak bir kaza geçirdiniz. Ama çok iyisiniz artık. Birkaç gün daha burada kalmanız gerekecek.”

“Ne oldu hatırlamıyorum.”

“Metroda merdivenlerden koşarak inerken size çarpan biriyle beraber aşağı yuvarlanmışsınız.”

 

Oya ENGİN, 26 Ağustos 2016, Gümüşsuyu

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.