Gökçeada ya da İmroz.
Suyun toprakla buluştuğu, rüzgarların coşkuyla estiği, dokuz köyüyle kültürlerin birleştiği, hoşgörünün merkezi, Türkiye’nin ‘’en’’ lerinden bir kaçına sahip bir destinasyon. Bizim için güneşin en son battığı yer, batıdaki en son kara parçamız, en büyük adamız… Çocuk denecek yaşlarda bir kez gittiğim, ıssız sokaklarından ve güzel denizinden başka bir şey hatırlamadığım bir yer.
Kısa bir tatili en iyi şekilde değerlendirmek istediğimiz için hem İstanbul’a yakın, hem de adaya yerleşmiş bir arkadaşımızı da görebilme sevinciyle biz dört gezgin kadın aracımızın rotasını Kabatepe’ye doğru oluşturup yola çıkıyoruz. Üç buçuk günlük bir gezi planlıyoruz. Eylül ayının ilk günleri. Hava raporlarının dediğine göre güneş, tatlı bir kızgınlıkla fazla bunaltmazken geceler de fazla üşütmeyecekmiş.
Kabatepe feribot iskelesi, Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alanı içinde olduğundan biz yola bir hayli erken çıkıyoruz. Amacımız; Gökçeada’ya geçmeden Şehitliği tekrar gezmek. (Ne kadar gezersem gezeyim, her seferinde ilk kez gitmiş kadar heyecanlanıyorum.) Son feribot ile adaya geçeceğimizden yollarda geze geze gidiyor, Trakya köy ve ilçelerinin güzelliklerinden yeterince faydalanıyoruz. Havsa, Keşan, Kavacık…
Gelibolu’ya varıp Şehitliğe çıkıyoruz. 57. Piyade Alayı Şehitliğinden Conkbayırı’na giderken yolda dolaşan tilkilerle karşılaşıyoruz. İlk kez bu kadar yakından bir tilki görüyorum. Araçlardan ve insanlardan hiç korkmuyorlar. Hatta çağırsak kucağımıza atlayacaklarmış gibi bir hisse kapılıyoruz. Conkbayırı şehitlikteki son durağımız oluyor. Güne Atamızın manevi huzurunda, O’nun milletimize bağışlandığı noktada veda ederken sarıp sarmalandığımız duygularla susup kalıyoruz.
Feribot iskelesi gece karanlığı öncesi mor, mavi, turuncu renklerle harmanlanmış bir tablo gibi önümüzde duruyor. Az sonra iskeleye yaklaşan gemi, kocaman bir köpekbalığı gibi görünüyor gözümüze. Gençliğimizin, o çok ünlü filmini hatırlayıp ürperiyoruz. Biletlerimizi internetten aldığımız için biz önden gemiye alınıyoruz. ( Mümkünse herkese böyle yapmasını öneririm.)
Önceden dersimizi çalıştığımız için nereleri gezeceğiz, nerede ne yiyeceğiz; hepsini biliyoruz. Ta ki, feribotta tanıştığımız adalı bir kadının tavsiyelerini dinleyene kadar. Gezi programımızı hafiften alt üst ederek ( bize önerdiği her yer mükemmeldi) doyumsuz lezzetler, harika mekânlar keşfi gönüllerimizi iyice şenlendiriyor.
Gece inmeye başlarken biz de adaya sorunsuz bir şekilde varıyoruz. Konaklayacağımız yer, Yeni Bademli’de. Ancak biz çorba içmeye karar verince iskeleden doğru merkeze inip feribotta öğrendiğimiz adreste gece çorbası kaşıklıyoruz. Yemek sonrası Zeytinli’de yemeyi planladığımız sakızlı muhallebiyi de merkezde tadıyoruz. Adaya indiğimiz ilk saat içinde çok lezzetli yiyecekler yiyoruz ancak üzerine içtiğimiz Türk Kahvesi için aynı şeyi söyleyemiyorum.
Ertesi sabah gün ışıklarını adaya saçarken uyanıyoruz. Doğa; tüm cömertliğiyle bizi kucaklamaya hazır. Otelimize yakın, kadın emeğinin değerlendirildiği bir oluşumda kahvaltı yapıyoruz. Reyhanlı sebze tabağı, otlu gözleme, bademli domates reçeli, soslu kızartma tabağı, peynir çeşitleri, bol tarçınlı reçeller… Fırından yeni çıkmış, ılık patlıcanlı börek pek lezizdi. Mekân sahibi sosyal medyası için fotoğrafımızı çekiyor. Güleç yüzlü gezgin kadınlar olarak mekânın sayfasında anılar arasına karışıveriyoruz.
İlk uğradığımız köy Tepeköy. Sabah mahmurluğunu üzerinden atamamış köyde sessizlik hakim. Aynı sokakta iki kadın kapılarının önlerini süpürüyor. Biryandan da sohbet ediyorlar. İki Rum komşu kim bilir birbirlerine ne anlattılar? Sabah kahvemizi Tepeköy’de içmek istiyoruz. Ancak her yer kapalı. Biz çok mu erkenciyiz ne? Kıraathane benzeri bir dükkânın önünde oturan yaşlı adamlar bize selam verip, ‘Hoşgeldiniz’ diyorlar. Sohbet etmeye başlıyoruz. Bize takılıyorlar, ‘Parayı başka köylere bırakmayın, burada yiyin için’ diyorlar. ‘Akşama tekrar geleceğiz, bu akşamın paraları sizin köyün’ diyoruz gülerek. Zira daha İstanbul’dayken yerimizi ayırtmıştık. (Yoğun tatil günleri ve hafta sonları her yer; özellikle taverna ve gün batımı izlemek için daha adaya gitmeden rezervasyonlarınızı yaptırmanızı öneririm.) Meydandaki Rum Tavernasında yerimiz ayrılmış ama hangi masa bizim bilemiyoruz. Zira hala ortalarda kimseler görünmüyor. Servisini yeni açan bir mekânda sabah kahvelerimizi içiyoruz. Dün geceki hayal kırıklığını yeniden yaşıyoruz.
Adaya özgü her şey tarçın kokulu. Nereye gitsek bu koku bizi takip ediyor. Bu kokuya yer yer incir ağacı kokusu da eşlik ediyor. Pek çok yerde incir, kekik, zeytin ve tarçın kokusu birbirine karışıyor. Esen rüzgârlar kokuları harmanlayıp oradan oraya savuruyor. Öğleden sonra denize gireceğimizden koylara giderken yolumuzun üzerindeki köylere uğruyoruz.
Dereköy. En çok etkilendiğimiz köylerden biri. Anayoldaki kilisenin karşısından terkedilmiş evlerin bulunduğu mahallelere doğru tırmanmaya başlıyoruz. Burada da tuhaf bir sessizlik hakim. Gezginler olmasa ölü şehir gibi bir havası var. Dereköy’de bizi çok heyecanlandıran bir şey oluyor. Bir anda karşımıza çıkan on yaşlarında bir kız çocuğu hafif aksanlı konuşmasıyla bize rehberlik yapmaya başlıyor. O kadar bilgili ve yöreye hakim ki, buralı olduğunu düşündüğümüz bu kız çocuğu meğer göç ile köye yerleşmiş bir ailenin çok çocuğundan biriymiş. Terkedilmiş bir çamaşırhaneye bizi götürdüğünde gözlerimize inanamadık. Çamaşırhanenin duvarları boydan boya renk renk ebrularla kaplıydı. Sergi köydeki çocuklar tarafından hazırlanmış ve eserlerin bazıları bizim rehberimiz olan kız öğrenciye ait. Kiliseyi de gezdikten sonra biraz soluklanıp yola revan oluyoruz. Şahinkaya, Şirinköy, Uğurlu güzergahından Lazkoyu ve Gizli Liman koylarına ulaşıyoruz. Arada başka koylar da var. Laz koyu küçük bir alan, park sorunu var. Bu yüzden yüzmek için Gizli Limanı’ı tercih ediyoruz. Burada her ihtiyacınızı karşılayabilecek basit bir tesis var. Kabin, duş, wc, çay ve benzeri içecekler, atıştırmalık yiyecekler, şezlong, şemsiye. Fiyatlar gayet makul. En önemlisi otopark sorunu yok. Uzun bir sahil şeridine sahip ve denizi harika. Tüm öğleden sonrayı yüzerek geçiriyoruz, gün batımına yakın koydan ayrılıyoruz zira akşam Tepeköy’de yemek yiyeceğiz.
Sabah mahmuruyken tanıştığımız Tepeköy, gece olunca bambaşka bir havaya bürünmüş. Işıl ışıl sokaklar, içinden neşe fışkıran dükkânlar, mekânlardan yayılan müzikler, coşku dolu insanlar. Uzaktan bakınca tasasız tüm insanlar buraya toplanmış gibi. Herkesin keyfi birbirine karışıyor. Arkadaşımız olan çiftle tavernada buluşuyoruz. Leziz deniz ürünlerinden mezeler seçiyoruz. Gökçeada’da ana yemek olarak balık ve oğlak tercih ediliyor. Biz bu akşam tercihimizi oğlaktan yana kullanıyoruz. Balık için ertesi günü bekleyeceğiz. Rumca ve Türkçe müzikler eşliğinde yemeğimizi yiyoruz. Yakın bir arkadaşımızdan aldığımız tavsiyeyle Rum bir ailenin babadan oğula geçen dükkânından laz böreğine çok benzeyen tarçınlı bir tatlıyla geceyi sonlandırıyoruz.
İkinci sabah kahvaltı için Kaleköy’e çıkıyoruz. Boş kalan son masalardan birine oturup yine bol reçelli bir kahvaltı yapıyoruz. Kaleköy’e adını veren kalenin eteklerinde dolaşıyoruz. El yapımı sabun ve kolonya atölyesinden alışveriş yapıyoruz. Sonra ver elini Zeytinliköy.
Zeytinliköy en beğendiğim köylerden biri oldu. Bakımlı, dar sokaklı, mekânlarla dolu, her sokağında yaşam olan bir köy. Evler bazı yerlerde kafelere çevrilmiş. Sıcak, küçük mekanlar. Tatlı ve içecekler için çeşitli alternatifler var. Rotamızı yine Gizli Limana çeviriyoruz. Bu öğleden sonrayı da yüzerek geçireceğiz. Bugün dönüşte şelaleye gitmeyi planlıyoruz ancak aracımızın uygun olmadığını söyledikleri için vazgeçiyoruz.
Gökçeada’da yol boyunca özgürce dolaşan keçiler var. Hatta insanlarla o kadar yakın ilişkiler kurmuşlar ki, fotoğraf çekimlerinde hiç yabancılık çekmiyorlar. Bazen kayaların arasında, bazen bir ağacın üst dallarına tırmanmış bazen de insanların arasında keçilere rastlayabiliyorsunuz. Adalılardan öğrendik ki: burada özgür hayvancılık varmış. Herkesin keçisi kulaklarındaki küpelerden belliymiş. Keçiler adaya salınıyor, tamamen doğal besinlerle kendi imkânlarıyla besleniyor, yılın belli bir zamanı bir kez ağıllara toplanıp bakımları yapılıyor, kesime ayrılacaklar belirleniyormuş. Anlayacağınız bu adada keçiler mutlu, sahipleri mutlu.
Denizden sonra Kent Müzesini geziyoruz. Yeni ancak ziyaretçisi bol bir müze. Giriş ücreti sembolik bir rakam. Adanın geçmişini ve yaşamı detaylarıyla izleyebiliyorsunuz. Dönen fotoğraflar çok keyifliydi. Biz müzeden çok hoşlandık.
Akşam yemeğinde arkadaşlarımızla birlikte dil balığı yiyoruz. Sohbet ağırlıklı çok keyifli bir gece oluyor. Ertesi sabah deniz durgun olursa dalış yapmaya gideceğiz. Yıldızkoy’daki Sualtı Milli Parkına. Ancak hava raporu pek ümit vermiyor. Deniz çok dalgalı olacakmış.
Son sabah Eski Bademli’de denize nazır bir mekanda kahve içiyoruz. Yıldızkoy’da vakit geçirip dalgaları izliyoruz. Sonra merkezde alışverişlerimizi yapıyoruz. Zeytinyağı, sabun, zeytinyağlı krem ve adanın neredeyse kendiyle özdeşleşmiş o ünlü bademli kurabiyesinden alıyoruz. Son kez sakızlı muhallebiden yiyip toparlanıyoruz zira öğleden sonra dönüş yolculuğumuz başlayacak.
Gökçeada, yerli halkın ‘bugün burası çok kalabalık’ dediği zamanlarda bile bana göre oldukça sakin bir yer. Uçsuz bucaksız deliceler arasında yaşayan mutlu keçiler, volkanik tepelere inat yemyeşil alanlar, doğal su kaynakları, biz oradayken gelen flamingoları, rüzgarı, kokuları, berrak denizi, el değmemiş sahilleri, leziz yiyecekleri ile unutulmaz bir tatil yaşadık.
Burada yaşar mıyız tartışmasını her yeni gittiğimiz yerde yaparız. Öğrendik ki; modern yaşamı terk edip buraya yerleşen on bir aile varmış. Kariyerlerinden, arkadaşlarından, ailelerinden kopup doğal yaşamı tercih etmişler. Ne kadar heyecan verici.
Gökçeada’dan ne hatırlayacaksın derseniz, özgür keçiler, rüzgâr, sakızlı muhallebi ve gün batımı. Tekrar kavuşmak dileğiyle…
Oya ENGİN/24 Eylül 2019,İSTANBUL
Özgürce çıkılan yolculugumuza beslenip tekrar özgür keçiler gibi agıllarımıza dönüşümüzü bize yaşattıgın için kalemine sağlık .Tekrar gitmek için arzu uyandırıyor👍🤗💓