Bugün günlerden Eminönü… İstanbul’da yaşamanın dayanılmaz keyfi..
Burada yaşıyorsanız sorun yok. Her daim bu keyfi yaşayabilirsiniz. Ama bu şehirde misafirseniz yapacağınız işler listesinin üst sıralarına bir tam gününüzü ayıracağınız Eminönü gezisini ekleyin derim.
Bugün günlerden Eminönü’ydü. Şehir dışından gelen misafirim sabahın erken vakti Üsküdar’dan bindirdiğim vapurda martlarla kucaklaştı. Ne yalan söyleyeyim uzun zamandır vapur yolculuğu yapmamıştım. Bu yüzden bende pek keyiflendim. Bana asıl sürpriz olan misafirimin evden parça ekmekleri bir poşete doldurup, vapurumuzun iskeleden ayrılmasının ardından beş dakika sonra sert esen rüzgara rağmen açık alandan martıları beslemesiydi. Meğer gerçekleştirmeyi çok istediği bir hayaliymiş.
Martıları elle besleme mutluluğunun ardından Sirkeci üzerinden Beyazıt’a ulaştık. Malum turistik fotoğraflarımızı çeke, çektire Bakırcılar Çarşısı’ndan girerek kapalı alanlarda gezmeye devam ettik. Dünyanın her bölgesinden gelmiş insanların etraflarındaki renk ve ürün çeşitliliği içinde kaybolmalarına rağmen daracık alanlarda dahi birbirlerine rahatsızlık vermeden, nezaketle gezinmeleri, fotoğraf çekerken birbirlerinin kadrajlarına girmemek için çabalamaları ve tüm bunları yüzlerindeki kocaman sıcacık tebessümleriyle yapmaları izlenmeye değerdi.
Sabah kahve saatimiz gelmişti. Kapalıçarşı’nın en güzel mekanlarından Şark Kahvesi’nin kumda pişirilen kahvesini içmeden bugün geçmezdi. Ben kahvenin iç mekanını daha çok severim. Bu sebeple üst salondaki en dip köşede iki kişilik bir masayı tercih ettik. Yine çok uluslu bir müşteri ortamında lokumlu kahvelerimizi içerek soluklandık.
Alış verişlerimizi öğleden sonra yapmayı planlıyorduk. Bu yüzden yürüyerek gidebileceğimiz mekanları gezmeye devam ettik. İstikametimiz Süleymaniye Külliyesi idi. Ziyaretimizi Cuma saatine denk getirdik. 1550 lerde bitirilmiş bu dev eserler arasında zamanı unuttuk. Havayı kokladık. Saltanat kokuyordu. Önce Kanuni’ye ait türbeyi sonra diğerlerini ziyaret ettik. Ezan okunmasıyla birlikte Cami’ye yöneldik. Sadelik içinden yükselen ihtişamla meydana gelmiş , büyük usta Mimar Sinan tarafından yapılmış Süleymaniye Cami’sinde yüzlerce kişiden oluşmuş kadınlı erkekli cemaatle beraber namaz kıldık.
Çıkışta bir çok insan gibi hınca hınç dolu kuru fasulyecilerden birine girdik. Külliyenin doyumsuz atmosferinde yemeklerimizi de yedikten sonra artık alış veriş zamanı gelmişti.
Kapalıçarşı içinden Mahmutpaşa’ya indik. İstanbul’da zaman geçiren her insanın mutlaka inmesi gereken yokuşlardan biridir . Genellikle yeni kurulacak yuvalar için çeyiz ürünlerinin satıldığı, ucuz ayakkabı, giyecek, oyuncakların olduğu bir yerdir. Gerçi trendler bayağı değişmiş. Şimdilerde çeyiz mağazalarında söz bohçalarının, sepetlerinin, bavullarının yerini büyük kadife kumaş kaplı sandık gibi kutular almış. Bir çoğu hayli zevksiz. Abartılı taşlarla , kordonlarla süslenmişler. Ancak zevkler tartışılmıyor işte.
Bu yolda eski tarihi hanlar vardır. Örneğin Kürkçü Han.. Çocukluğumuzdan beri el örgülerimizde kullandığımız yünleri buradan alırdık. Bu günde geleneği bozmadık. Hem ben hem misafirim bir kaç çile yün aldık.
Bende yavaş yavaş yorulma alametleri boy göstermeye başladı. Ama misafirimde tık yok. Enerjisi hala yüksek. Eminönü büyüsü onu sarmış sarmalamış. Çekmiş içine bırakmıyor. Hangi köşeye bakacağını şaşırdı. Torununa hediyeler aldı. Apartman komşularına çok methini duyduğu kahveden almak istedi. ”Daha yolumuz var” dedim. ”Kahveci aşağıda..”
Mahmutpaşa Yokuşunun hakkını vererek aşağı indik. Hürriyet Pasajına da uğradık. Çok bilinen bir pasajdır. Toptan çamaşır alışverişleri yapılır. Biz de yaptık.
Mısır Çarşısının kapısına ulaştık ve kahve kokusu içimize sızmaya başladı. Çok uzun bir kuyruk vardı. Her zamanki gibi. Ancak kahve paketleri poşetlerimize yerleşince rahatladık. Eminönü’nden taze çekilmiş kahve almadan dönülmezdi.
Mısır çarşısı baharatçılarıyla da görüşmelerimizi tamamlayıp Eminönü Meydanı’na ulaştık. Buraya kadar gelip de sahile bağlı saltanat kayığı görünümlü balıkçı teknelerinden balık ekmek yemeden eve dönemezdik. Her geldiğimde hep içim acır. Ülkemin üç tarafı denizlerle çevrili ama ben başka denizlerden gelen balıkları yemeğe mahkumum… Fazla aç olmadığımız için tercihimizi balıkları yemekten yana kullanıp kalan ekmeklerimizi aldığımız eldivenlerin poşetine doldurarak, dönüş yolunda bizi bekleyen insancıl martılarla paylaşmaya karar verdik.
Eminönü gezimizin başladığı yere Üsküdar’a vardığımızda gün akşama dönmüştü. İskeleden geriye karşı kıyıya dönüp baktığımızda Eminönü ışıklarını yakmış bir mücevher gibi parlamaya başlamıştı…
En kısa zamanda tekrarını yaşamak ümidiyle…
Oya ENGİN/ 03.01.2014, İstanbul
Yarın izin günüm. Eminönüne gidip şark kahvede kahve içip balık ekmek yiyip mısır çarşısının büyülü ortamında bulunacağım. bakalım ben sizinle aynı duyguları hissedebilecekmiyim. Eminönü İstanbul un kalbi bana göre.
Martıların günaydını ile başlayıp iyi akşamları, ışıklı geceleri ile biten günün içinde; Bakırcılar çarşısı var, kumda pişirilen sabah kahvesini içmek var, saltanat kokan heybetli Süleymaniye var, yokun yok olduğu çeşit çeşit satıcılarıyla Mahmutpaşa var, tarih ile iç içe geçmiş hanlar var, pasajlar var, mısır çarşısı var, saltanat kayıklarında ithal balık ekmek yemek var, yüzlerinde güller açılmış gibi gülen, gülümseyen, güzel, sevecen, anlayışlı, hemen hemen Dünya’nın her bir yanından koşup gelmiş renk renk insanlar, insanlar ve insanlar var.
Evet tarih var, güzellikler var, gülen insanlar var. Bir de açlar olsaydı, yoksullar olsaydı, işportacılar, simitçiler, boyacılar, dilenciler olsaydı misal… Gürültü olsaydı, kargaşa olsaydı keşke… Hele ki çocuklar olsaydı bir de…
İşte o zaman, işte o gün, günlerden Eminönü, günlerle dolu dolu bir Eminönü olurdu…