Antakya, Hatay…
Yaşamın şekillendiği yer…
Çocukluğum Hatay’lı bir aileyle komşuluk, dostluk yaparak geçti. Yaşamıma yön veren birçok değerin ilk tohumları bu ilişkide atıldı. Sevmenin en gerçeğini, dostluğun en hasını, yardımlaşmanın en içtenliğini onlardan öğrendim. Halen tüm aile bireyleri kalbimin baş köşesinde dururlar. Yıllar yılları kovaladı. Yolum bu sefer başka bir Hatay’lı aileyle kesişti. Yine aynı duygularla sarmalım. Bu memleketin havası mı, suyu mu insanları böylesine özel kılıyor çözemedim gitti. İşte bu merakımın peşine takılıp, bir uçak biletine iliştirdiğim özlemlerimle dostlarımın topraklarına yolculuk hazırlığına başladım.
Hava ve yol durumlarını öğrenip, minik valizime üç beş kıyafet koyup, yürüyüş ayakkabılarım, kalemlerim, ses kayıt cihazım, bandanalarım (en rengârenklilerinden), güncem, fotoğraf makinem ve de iki kitabımla hazırım. Notlarımı son kez kontrol ediyorum. Gezilecek yerler sıralanmış, eş, dost siparişleri tamamlanmış. Kendi alış veriş listem de hazır. Yanıma da buldum benimle gezecek arkadaşlar. O zaman başlasın yolculuk. Gezimiz ağırlıklı olarak Antakya civarında olacak. Hatay’da görmek istediğim yerler orada. Dünyanın ilk kilisesi, ilk aydınlatılan sokağı, Anadolu’nun ilk camisi gibi ilklerin diyarı… İskenderun üzerinden alçalmaya başladığımız ana kadar normal olan bedenim yavaş yavaş tepki vermeye başladı. Okuduğum kısa öyküler kitabının arasında bulunan notlarıma bir daha göz attım. Hatay Arkeoloji Müzesi, Saint Pierre Klisesi, Habib-i Neccar Camisi, Musevi Havrası, Katolik Kilisesi, Ulu Cami, Harbiye, Çarşılar… Liste uzayıp gidiyor. Çabucak iniyoruz. Valiz konusunda şanslıyız. Bantta ilk bizim valizler görünüyor. Karşılama, kavuşma, sarılmanın ardından arkadaşımızın kamyonetinin arkasına valizleri bırakıyoruz. Onlar yollarına bizsiz devam edecekler.
İlk durağımız Antakya Kalesi olacak. Şehri önce bir tepeden görmek lazım. Muhalif bir nehrin bölerek dolaştığı Antakya’yı kuş bakışı izleyeceğiz. Tüm şehri tepeden görebileceğimiz bir noktada duruyoruz. Asi nehri şehrin ortasından geçiyor. Yaşam nehrin iki kıyısında oluşmuş. Buradan bakılınca eski ve yeni Antakya hemen belli oluyor. Dağ ve nehir arasında eski Antakya, nehir ve ova arasında yeni Antakya. Eski yerleşim yerleri mimarisi ile zaten anlaşılıyor. Dar sokaklara sıralanmış evlerin çatıları neredeyse birbirine bitişik görünüyor. Sanki aşağıya kiremit desenli kocaman bir halı serilmiş. Yeni binalardan oluşan şehir modern yapısıyla uzaktan da fark ediliyor. İki tane alışveriş merkezi var. Biri eski yerleşim yerinde diğeri yeni bölgede. Yeni olan metalik tarzda inşa edilmiş. Yeşillikler de şehir içinden dışarı doğru kaymaya başlamış. Hemen aşağı inip kalabalığa karışmak istiyoruz.
Dağdan aşağı inerken bir gurup kadınla karşılaşıyoruz. Her kadının yanında bir eşek var. Şehir hayatımızda eşek falan gördüğümüz yok, bari burada hayvanları sevelim diyoruz. Kadınlar bize çok yakın davranıyorlar . Eşeklerin içinden en sakin olanını seviyoruz. Gözleri gerçekten çok güzel. Hayvanın adını soruyorum. -Eşeeeeek, diyor kadın şaşırarak.
Hep beraber uzunca gülüyoruz.
Eşeeeeek ile hatıra fotoğrafı çektirip ve yola devam ediyoruz. Büyük şehir insanı olarak, alışık olmadığımız bir biçimde, sadece kırmızı ışıklarda frene basarak, trafiksiz bir yolculuktan sonra, merkezde araçtan ayrılarak gezimize yaya olarak devam ediyoruz. Asi nehri kenarına sıralanmış modern dükkanlar, kafeteryalar, bilinen marka mağazalar, restaurantlar arasından geçerek tarihi çarşıya doğru gidiyoruz.
Listemde yer alan Uzun Çarşı… Bir kaç kapısı var. Biz Kunduracılar Çarşısı kapısından giriyoruz. İstanbul’da ki Kapalıçarşı’yı anımsatıyor. Dükkanlarda turistik eşyaların yanı sıra çoğunlukla yerel halkın ihtiyaçlarına göre ürünler var. Kıyafetler, baharatlar, tatlılar, ayakkabılar, hamur işleri, kasaplar, bakırcılar, kuyumcular, künefeciler benzeri ufak dükkanlar ve önlerindeki tezgahlardan oluşan sevimli ve ilginç bir çarşı. Burada gördüğüm bazı terlik modellerini hiçbir yerde görmedim. İstanbul’da 50 TL ye aldığım ev ayakkabımın aynısını orada 35 TL ye gördüm.
Çarşının ilginç özelliği hem satış hem imalatın bir arada olması. Örneğin künefe( biz tel kadayıf diyoruz) imalatı yapılıyor, yaptıkları tel kadayıfı anında pişirip künefe olarak satıyorlar. Bakırcılar, hem hediyelik eşya satıyorlar hem de dükkanın bir köşesinde onarım işlerini yapıyorlar. Hamur işi dükkanları var. Hem satmak için hem de anında yemek için ustalar fırın başında uğraşıyor. Bu çarşıda ustaları izlemek de çok güzel. Sac üzerine makineden düşen hamurların pişerek tel kadayıf haline gelmesi, bir kasabın ahşap tezgah üzerinde bıçak kıyması yapması, hamur açan birinin size çabucak katıklı ekmek hazırlaması, kulpu kırılmış bir cezvenin onarılmasını izlemek pek keyifli. Çarşı bitişiğinde yer alan Ulu Cami’yi de ziyaret ediyoruz. Caminin içi çok güzel. İnce uzun bir mimarisi var. Kısa, geniş bloklar üzerine oturtulmuş. Gezmek çok güzel de aç açına bir şey olmuyor. Gezi ekibimiz yuvarlak hatlı arkadaşlardan oluştuğu için kimse birbirine bir şey söylemese de akıllar kurulacak muhteşem sofrada. En yuvarlak kişi olarak ben “acıktık mı?” diye soruveriyorum.
Asi nehrine bakan bir restaurantın en üst katında cam kenarı bir masaya yerleşiyoruz. Aşina olduğumuz yemeklerin dışında yanımızda ki Hatay’lı arkadaşımızın da önerileriyle soframızı kuruyoruz. Soğuk ve sıcak yemeklerle masamız donanıyor. Humus, biber ezmesi, patlıcan ezmesi, ezme salata, oruk(kibbi), lahmacun, bol yeşillik, tuzlu yoğurt, zahter salatası, tere salatası, kağıt kebabı, tepsi kebabı gibi yerel lezzetlerden tadıyoruz. Etler çok lezziz. Biberin hem acı hem tatlı olması buraya has bir özellik galiba. Bir yandan cayır cayır yanarken aynı anda ağzınızda tatlılık hissetmeniz ne tuhaf. Hizmet güzel. Sohbete dalıp yemekleri soğutunca tekrar ısıttırıyoruz. Fiyatlar da normal.
Kahve zamanımız geldi de geçti bile. Yine çarşı içinden geçip, eski Antakya kısmına geçiyoruz. Dar sokaklardan birinde karşımıza çıkan kemerli bir kapıdan içeri giriyoruz. Loş, taş koridorun sonunda içinde birkaç ağaç olan geniş bir avlu bizi karşılıyor. Karşımıza çıkan görüntüden çok hoşlanıyoruz. Avlunun çevresi iki katlı taş bir bina ile çevrili. Eski Antakya evlerinden birindeyiz. Şu anda kafeterya olarak hizmet veriyor. Sahibi mihmandarımızın yakın arkadaşı. Özel bir şekilde karşılanıyoruz. Ev koruma altında olduğu için çivi bile çakmak yasak. Olduğu gibi bırakmışlar. Hatta odalarını gezerken karşımıza çıkan 1950’li yılların dergilerini, gazetelerini görünce şaşırıyoruz. Avludan iki merdivenle çıktığımız içerlek alanda yere serilmiş halıların üzerine atılmış minderlere oturuyoruz. Duvarlar renk renk el dokuma halılarla süslenmiş. En büyük olan halı Libya’dan gelmiş. Tarihi bir hayli eski.
Kahve siparişimizi veriyoruz. Sade kahvelerimizi Suriye’li garsonun elindeki tepside görününce biraz hayal kırıklığı yaşıyoruz. Zira kahveler hem çay bardağında servis ediliyor hem de köpüksüz. Ama burada böyle içiliyormuş. Biz de gezginler olarak gittiğimiz yörelerin adetlerini yakından tanımalı ve uyum sağlamalıyız. Ancak bu çay bardağında içtiğimiz ilk ve son kahve oluyor. Daha sonraları gittiğimiz her yerde kahvelerimiz fincanlarda geliyor. Üstelik bol köpüklü olarak. Mihmandarımız sağ olsun.
Günün yorgunluğunu orada bıraktıktan sonra konaklayacağımız Suriye sınırındaki Altınözü’ne bağlı Hacıpaşa Köyüne doğru yola çıkıyoruz. Çarşı içinden saat başı kalkan minibüslere binerek bir saat daha yolculuk yapacağız. Ancak bu minibüsler ufak, yolcusu da çok olduğundan önceden yer ayırtmak gerekiyormuş. Saat on yedi minibüsüne yerimizi ayırtıyoruz. Uzun Çarşının arka kapılarından birinden çıkıyoruz.
Açık bir pazar yerinin tam ortasındayız. Sağlı sollu ufak dükkanlar ve onların önüne sıralanmış el arabaları ve ahşap tezgahlarda yiyecekler satılıyor. Yeşillikler, meyveler, peynirler, Suriye çayları, oyuncaklar, sigaralar, giyim, plastik malzemeler, bıçaklar, çantalar, ekmekler ne ararsanız her şey var burada. Yiyecek malzemelerinin çoğu açıkta satılıyor. Korumasız. Pazar yerinin içinden geçerek minibüs durağına ulaşıyoruz.
Bir süre şehir içinden daha sonrasında da kırlar arasından süren yeşil bir yolculuğun sonunda saat onsekiz sularında köye ulaşıyoruz. Gün geceye hazırlanıyor. Gözlerimiz biraz ilerideki evlere ilişiyor. Suriye köyleriymiş. Tek tük ışıklar yanmış. Elinizi uzatsanız tutuvereceksiniz gibi. Kültürler de iç içe geçmiş. Birçok kişinin annesi, babası Suriye’li. Kız almalar, vermeler olmuş. İç içe yaşayan iki ülke insanları, neredeyse bir olmuşlar.
Akşam yemeği ardından köyde gece yürüyüşüne çıktık. Sokaklar karanlık. Hafiften yağmur da çiselemeye başladı. Yine de yürümeye devam ettik. Yoldan geçen bir arabanın farının aydınlattığı yolda bir sürü kurbağa olduğunu görünce , benim korkum yüzümden yürüyüşü kısa kestik. Köyde kurbağalar böyle yola çıkmaya başlarlarsa yaz geliyor demekmiş.
Sabah evin horozu bizi pek güzel uyandırdı. Tam saatinde. Köyde fazla uyunmuyor zaten. Evin önünden geçen traktörler, şehirde işe gidenlerin araçları, düğün konvoyu gibi korna çala çala dolanan dolmuş sesleri arasında ister istemez uyanıyorsunuz. Hem zaten uyumaya da gelmedik. Gezecek çok yer, görecek çok şey var.
Bu günü köyde geçirmeyi planlıyoruz. Yöresel kahvaltının ardından gelen kahve davetlerini sıraya koyarak köyü tanımaya, insanlarla tanışmaya başlıyoruz. Köy, düz bir cadde üzerinde uzayıp giden bir yerleşim planına sahip. Köyün çıkışına doğru yan yollar, ara sokaklar oluşmuş. Alçak evler yol boyunca sıralanmış. Yeni binalar biraz daha yüksek yapılmış. Evlerin alt katları dükkan, ahır, depo olarak kullanılıyor. Damlar açık teras şeklinde , yaz aylarında uyumak ve ürün kurutmak için böyle yapılıyormuş. Köyde kömür fabrikası var. Ülkenin birçok yerine nargile kömürü dağıtıyorlarmış.
Kadınlar pek ortalıkta görünmüyorlar. Daha çok çocuk nüfus görünürde. Köyde çalışan Suriye’li erkekler var. Köy birkaç ay öncesine nazaran şu aralar çok sakinmiş. Bir dönem önce nüfus çok artmış. Ev kiraları neredeyse üç katına çıkmış. Bu konuda halk çok sıkıntılı. Suriyeli mültecilerle ilgili bazı tatsızlıklar yaşanmış.
Köy kalabalık bir nüfusa sahip olmasına rağmen köy kahvesi diyebileceğimiz bir yer göremedik. İki tane ufak mekan gözümüze takıldı. Birkaç masalık toplanma yeri. Sokak manavları var. Bir tanesini bir kadın işletiyor. İki cami gördük. Mezarlık köyün çıkışına doğru. Sık aralıklarla ufak bakkal dükkanları var. Hatta bazen karşı karşıya bile denk düşmüş. Kadınlar buralarda rahatlıkla çalışıyor. Eşleri olmadığı zaman bakkallarda kadınlar duruyor. Geniş bir düğün alanı var. Bir kısmı kapalı, bir kısmı açık alan. Burayı gördüğümde, inşallah bu hafta düğün olur da bizde katılırız derken yanı başımızdan kocaman bir çeyiz konvoyu geçmez mi? Hafta sonu düğün var demek ki.
İlk kahve davetimize katılmak üzere bir eve konuk oluyoruz. Evler, özellikle mutfaklar çok geniş. Çok az eşya ile döşenmiş evler çok rahat. Büyük şehirlerdeki eşya karmaşası yok. Minimalist yaşam tarzı benimsenmiş. Çok hoşlanıyorum. Girdiğimiz her evdeki geniş plazma televizyonlar ve son sistem telefonlar, çocukların ellerindeki tabletler çok dikkatimizi çekti. Teknoloji çok yakından takip ediliyor.
Öğle saatleri köyü dolaşmakla geçti. Sonra bir çeyiz konvoyuna daha denk geldik. Meğer hafta sonu iki düğün varmış. Kameramı çıkarıp çeyiz çıkarma törenini görüntülemeye hazırlandığım sırada patlayan silahlar yüzünden uçup gidiveren aklımın yerine gelmesiyle, burada hiçbir düğünün yanından bile geçmemeye karar verdim. Silahın olduğu yerleri sevmiyorum.
Akşam üzeri köy çıkışında yeni kurulan bir çiftliğe davet edildik. İçinde Suriye’li bir ailenin de yaşadığı bir çiftlik. Sahipleri bizi sarma yemeğe çağırdılar. Sarma, bizim bildiğimiz adıyla kısır. Bazı bölgelerde iç diye de anılıyor. Çiftliğin terasında fotoğraf çekiyoruz. Zeytin ağaçları alabildiğine ekilmiş. Nohut tarlaları yemyeşil. Suriye ile iç içeyiz. Bahçeden sarma için maydanoz, nane, marul, taze soğan toplatılıyor. Davet sahibi at arabasını hazırlıyor. Yemek sonrası at arabası ile gezinti var. Heyecanlanıyorum. Seviyorum böyle aktiviteleri.
Sarma (kısır), buralarda toprak tepsilerde yapılıyor. Her evde bu toprak sarma tepsisi mutlaka var. İstanbul’daki dostlarımdan biliyorum, kızların çeyizlerinde bu toprak kap olmaması büyük eksik olarak görülüyor. Gerçekten, içinde yapılan yiyeceğin lezzeti bir başka oluyor. Suriyeli Hanım sarma öncesi için süzme mercimek çorbası hazırlamış. Aynı bizimkiler gibi pişirilmişti. Yanında da Suriye ekmeği. Lavaş gibi ama unu ve tadı biraz değişik. Hafif tatlımsı. Suriye ekmeğini Hatay’lılar çok seviyor. Her yerde satılıyor. Sarma ardından çay içildi. Arapça şarkılar söylendi. Biz de el çırparak eşlik ettik. Ben, bir ara havaya girip zılgıt bile çektim. Akşamın alacası çökmeye yakın at arabasıyla kırlarda gezdik. Faytondan sonra bindiğim ilk at arabasıydı. Çok keyif aldım.
Geceyi yine misafirperver bir ailenin yanında geçirdik. Sohbetler çok keyifli. Çaylar nefis. Sobalar gürüldüyor. Soba sıcağı da bir başka oluyor. Çocukluk günlerimiz aklıma geliyor. Babacığımın kestane közleme hazırlıkları gözümde canlanıyor. Sırayla sobanın yanında oturuyoruz. Sıcaklayan kaçıyor. Çok eğleniyoruz. Ama erken yatmalıyız. Ertesi gün müzeler, ören yerleri gezilecek. Ancak hava durumu fena. Bizi gün boyu sıkı bir yağmur ve soğuk bekliyor.
Horozun sesiyle uyanıyoruz. Doğal alarm. Metalik seslerden sonra organik ses duymak insan bedenine iyi geliyor. Minibüs için ana yola çıkıyoruz. O sırada şehre hasta götüren bir araç bizi de alıyor ve Hatay Arkeoloji Müzesi’nde indiriyor. Bu arada yağmur başlıyor. Müze, özellikle mozaikler bakımından görülmeye değer. 6 bin metrekare mozaik sergi alanına sahip olması nedeniyle 5 bin metrekare taban mozaiğine sahip Tunus Bardo Müzesi’nin elinden dünyanın en büyük müzesi unvanını alan ve aynı anda 800 kişinin ziyaret edebildiği Hatay Arkeoloji Müzesi’nde ilk çağlardan itibaren eserler kronolojik sırayla düzenlenmiş. Bazı canlandırmalar da yapılmış. Heykeller ve ilk çağlardan beri kullanılan bazı eşyalar da sergileniyor. Kadınların kullandığı cımbız, törpü gibi güzellik malzemeleri ve takılar görmeğe değer. Kadın, her çağda güzelliğine düşkün. Mozaiklerin daha güzel izlenebilmesi için merdivenlerden çıkıp balkondan kuşbakışı seyir doyumsuz. İlginç bir yol yapmışlar. Bir kısım mozaiklerin üzerine cam bir yol yapılmış. Bu yolun üzerinde yürüyorsunuz. Sağınız, solunuz, altınız ve karşınız mozaikten bir dünya. Mozaik evreninde boşlukta gibisiniz. Benim önce başım döndü ancak çabuk alıştım. İki saatimiz müzede geçiyor.
Müzeden çıktığımızda yağmur hızını almış sürekli yağıyor. Ancak biz yaya olarak gezmeye kararlıyız. On beş dakika kadar süren yürüyüş sonunda dünyanın ilk kilisesi olarak kabul edilen St Pierre Kilisesine çıkan yokuşun başına geliyoruz. Sert havanın zorlamasıyla da biraz yorularak yokuşu tırmanıp kiliseye ulaşıyoruz. On sekiz yaş altı ve atmış beş yaş üstü ziyaretçilerin ücret ödemediği kiliseye biz on lira ödeyerek giriyoruz. Antakya kilisesinin ilk kurucusu ve rahibi olan St. Pierre ilk dini toplantısını bu mağarada yapmış ve ilk defa Hıristiyan (Hıristos) kelimesi burada kullanılmış. Hıristiyanlar arasında önemli bir yer olan St. Pierre Kilisesi, 1983 yılında Papa VI. Paul tarafından Hıristiyanlar için haç yerlerinden biri olarak kabul edilmiş. İçeride restorasyon ekibi toplantı yapıyordu. Kulağıma çalındığına göre mozaik müzesindeki cam yol gibi bir düzenleme planlıyorlarmış. Kiliseden ayrılıyoruz. Zorlanarak çıktığımız yokuştan, kuvvetli esen rüzgarın arkamızdan iteklemesiyle çabucak iniyoruz. Hava iyice soğumuş.
Şimdi istikametimiz dünyanın ilk aydınlatılan sokağı olduğu söylenen Kurtuluş Sokağı. Bu sokak üzerinde Habib-i Neccar Camisi, Musevi Havrası, Katolik Kilisesini ziyaret edeceğiz. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra Kurtuluş Sokağına ulaşıyoruz. Tam bir hoşgörü semti. Uygun açıdan bakıldığında üç dine mensup ibadethane aynı fotoğraf karesine sığıyor. Şehrin sosyal yaşamının tek karede özeti. Çok etkileyici. Habib-i Neccar Camisi ilk durağımız oluyor. Anadolu’nun ilk camisi olduğu söyleniyor. Şehrin gözbebeği. Çok etkileyici bir hikayesi var. Caminin içinde ziyaretgâhı bulunan zat’a Yasin suresinde yer verildiği söyleniyor. Müslümanlar için çok önemli bir yer. Mutlaka ziyaret edilmeli. Caminin mimarisi de çok etkileyici. Minaresi çok ilginç. Cami içinde zemin kata kadar iniyoruz. Her katta sandukalar var. En alt katta, dağda şehit edilen Habib-i Neccar’ın kesilen kafasının yuvarlanarak şehre kadar indiği ve son olarak durduğu yer olduğu söylenen noktaya ulaşıyoruz. Su ile kaplı zeminin çevresindeki duvarlar üzerinde de sanduka var. Dualarımızı ederek camiden ayrılıyoruz.
Öğlen yemeği için yakındaki Uzun Çarşı içine geçiyoruz. Hem dinlenmek hem de biraz yağmur ve soğuktan korunmak için. Mihmandarımız Antakya Tostu yememizi öneriyor. Çarşı içinde tek masalı minicik bir dükkana giriyoruz. Birer tost ve ayran söylüyoruz. Yuvarlak, sütlü, özel bir hamurla pişirilmiş tost ekmeği içine kaşar peynir, sucuk, özel bir acı sos koyarak yaptıkları tostu cin biberi turşusu ile servis ediyorlar. Tostun özelliği, malzemenin inanılmaz bol olması. Burada yediğimiz tosta konan malzemeyle abartısız İstanbul’da üç tane tost yaparlar. Üstelik fiyatı da çok uygun. Bir tost beş lira. Esnaf kuyrukta. Bu tost için devamlı sipariş yazdırıyor. En erken yarım saat süre veriyorlar. Biz gezgin olduğumuz için öncelik bize veriliyor. Çok nazikler.
Yemek arasından sonra gezimize yine Kurtuluş Sokağına dönerek devam ediyoruz. Musevi Havrasına giriyoruz. Kalabalık bir tur var içeride. Bizde aralarına karışıyoruz. Sohbetlerin bir kısmını dinliyoruz. İlginç konuşmalara tanıklık ediyoruz. Fotoğraf çekmek serbest. Çekimleri yapıp çıkıyoruz. Hemen karşı çaprazındaki Katolik Kilisesini ziyaret ediyoruz. Kilise kapısında ziyaret saatleri yazılı. Sabah ve öğleden sonra ziyaretçi kabul ediyorlar. Çok nazik bir şekilde karşılanıyoruz. Avlusu çok bakımlı. Ufak kilise çok sessiz. Bizden başka kimse yok. Ziyaretimizi bitirip görevlilere teşekkür ederek ayrılıyoruz.
Yağmur hiç hızını kesmedi. Gezimizi sekteye uğratıyor. Bu günlük tamam diyoruz. Dar sokaklar arasında gezmek istiyoruz ancak soğuk ve yağış buna izin vermiyor. Bir sonraki gün güneşli ve sıcak olacak. Meteoroloji öyle diyor. Künefe yemek için çarşı içine tekrar dönüyoruz. Tercihimizi ana caddedeki modern künefeciler yerine otantik olanlardan yana kullanıyoruz. Çarşı içinde küçük bir cami olan Ahmediye Camiinin avlusunda birkaç künefeci var. Bir tanesi çok kalabalık. En meşhur olanı orasıymış. Bizde orada yemek için kuyruğa girip, garsona kendimizi gösteriyoruz. Beklememizi söylüyor. Sıramız geliyor ve çok leziz bir künefe yiyerek oradan ayrılıyoruz. Sade yerseniz beş lira, fıstıklı isterseniz altı lira. Paket yapıp şerbetine kadar yanınıza veriyorlar. Evde ısıtıyorsunuz, aynı lezzeti yakalayabiliyorsunuz. İlk geldiğimiz gün gittiğimiz kafeteryaya gidip kahve içiyoruz. Bu kez fincanda ve bol köpüklü geliyor. Yanında naneli lokum da var.
O akşam Asi Nehri kıyısında bir eve konuk oluyoruz. Antakya gecelerinin ışıltısı Asi Nehrinin şırıltısına karışıyor. Lübnan’da doğan, Suriye’den geçen ve Hatay’dan denize dökülen ancak ters yönde akış özelliği bulunan muhalif nehir Asi Nehri’nin neden ters aktığı yönünde hep beraber kafa patlatıyoruz. İnternetten araştırıyoruz. Lübnan’ın coğrafi yapısıyla ilgili olduğu konusunda yazılara ulaşıyoruz.
Ertesi gün yine köyde vakit geçiriyoruz. Yine ev ziyaretleri yapıyoruz. Çay, sadece sabah kahvaltı ve gece içiliyor. Tüm ziyaretlerde kahve baş tacı. Çeşitli aromalarda kahveler var. Çoğu bildiğimiz tatlara yakın, fakat çok sert. Benim için sorun yok. Arkadaşlar biraz zorlanıyorlar. Birkaç gün için şekerli kahveyi tercih ediyorlar. Ben sadeye devam. Köyde geçireceğimiz bu günde yöresel alışverişlerimizi yapıyoruz. Yan komşu bize yayıkta tereyağ yapıyor. Peynirlerimizi de yaptırıyoruz. Kibrit kutusu inceliğinde yapılan peynirler sabahları tereyağda kızartılarak yeniyor. Çok leziz. Bir diğer evden organik kırmızı biberlerimizi başka bir evden bahçelerindeki narlardan yapılmış nar eşki(ekşi)mizi alıyoruz. Organik yaşam merkezi burası. Herşey doğal. Komşular kendi bahçelerinden toplayıp kurdukları biber turşuları hediye ediyorlar. En fazla iki tane yiyebiliyorsunuz. Çok çok acı. Herkes çok candan. Hep bir şeyler hediye etmek istiyorlar. Ancak nazikçe geri çevirmek zorunda kalıyoruz. Nakliye sorunu var. O kadar misafirperverler ki, bir ev bize sütlaç ikram etmek istedi. Köy sütüyle yapmış. Eve giriyoruz. Sütlaçlar geliyor. Dumanı üzerinde. Meğer daha ateşteymiş. Ama bize ikram etmek istemiş. İlk kez bu kadar sıcak ve sevgi dolu bir sütlaç yedim.
Ev sahibimiz bize bir veda yemeği hazırlıyor. Yöresel bir lezzet. Suriye yemeği. Maklube diyorlar. Bu isimli yemeğin çok çeşidi yapılıyor. Daha önce başka çeşitlerini de yedim. Ancak buradaki farklı. Suriye pirinci ve çeşitli baharatlar kullanılıyor. Önce baharatlı su içinde tavuk butları haşlanıyor. Bu sırada yoğun tarçın ve kaküle kokusu sizi mest ediyor. Derin bir tencere dibine haşlanan tavuklar diziliyor. Parmak kalınlığında kesilen havuç, patates ve patlıcanlar kızartılıyor, tavukların üzerine diziliyor. Ayrı bir yerde yağda kavrulan bol soğan ve sarımsak da ilave ediliyor. En üste Suriye pirinci ve baharatlı sıcak tavuk suyu ilave ediliyor. Ağır ateşte suyunu çekene kadar pişiriliyor ve geniş bir tepsiye ters çevrilerek servis ediliyor. Çok lezzetli. Ayrıca görsel bir şölen.
Valizler ve paketlerimiz hazır. Herkesle vedalaşıyoruz. Erken yatıyoruz zira sabah çok erken şehre ineceğiz. Harbiye ve eski Antakya sokaklarını göreceğiz. Çarşıdan da alacağımız ufak tefek bir şeyler var. Valizlerimizi şehir merkezinde tanıdık bir dükkâna emanete bırakıyoruz. Mihmandarımızın bir arkadaşı bizi Harbiye’ye çıkarıyor. Yirmi dakika kadar süren bir tırmanma sonrası Antakya’nın incisi Harbiye’ye ulaşıyoruz. Burada güzel oteller ve yeni binalar var.
Bir patika yoldan içeri giriyorsunuz çölün ortasındaki bir vaha gibi Harbiye sizi kucaklıyor. Adeta saklı bir cennet. Şelaleler sizi karşılıyor. Suların etrafında kurulmuş kafeteryalar, restaurantlar, çayhaneler. Hediyelik eşya satan sıra sıra tezgahlar. Çok alakasız ürünler de satılıyor ama meraklılarına ilginç gelebilir. Bana hitap eden bir şey yok. Fotoğraf çekiyoruz. Zirvede kahvemizi içiyoruz. Zaman kısıtlı. Şehre inmeliyiz. Hava bugün çok güzel. Hatay bizi ışıltılarıyla uğurluyor.
Çarşıda ilk gün tanıştığımız çok sıcak kanlı, çok hürmet ettiğimiz bir insanın dükkânına konuk oluyoruz. Bizi çok güzel ağırlıyor. Hatay insanı çok içten. Çok yardımsever. Çay içiyoruz. Kuyumcu abimizin insan sevgisini buram buram hissederek yanından ayrılıyoruz. Hızlı hareket etmemiz lazım. Daha meşhur bıçaklardan alacağım. Kerebiç ve köpük tatlısı çok ünlü. Bir de kireçte yapılan kabak tatlısı. Annemim sürkileri (baharatlarla yoğrulmuş çökelek) alınacak. Bir kere daha künefe yemek istiyoruz. Bütün bunları bir saat içinde tamamlıyoruz. Havaalanına ulaşımımızı sağlayacak kişi karşımızda beliriveriyor. Çok yardımseverler. Uçağımız hava şartları dolayısıyla biraz geç kalkıyor. Bu arada gün geceye döndü. Ardımızda güzel anılar, tatlı dostluklar, güzel lezzetler, özlediğimiz hoşgörü ve sevgi bağları bırakarak Antakya’yla vedalaşıyor, İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz.
Oya Engin/30.03.2015, Hatay
Son Yorumlar