Hem yurtdışı olsun, hem yakın mesafe hem de kısa süreli bir tatil olsun diyenlerdenseniz hemen yanı başımızda komşumuz Yunanistan’ın sınırımıza yakın bölgeleri biçilmiş kaftan. Bizim için durum tam da böyle olduğundan haftasonu tatilimize Cuma gününü de ekleyerek üç günlük bir tatil planladık. Neredeyse herkesin gittiği ama benim bir türlü fırsat yaratamadığım Dedeağaç, İskeçe, Gümülcüne ve Kavala’yı gezmek üzere gezgin kadınlar grubumuz ve grup üyelerinden birinin eşi ile birlikte beş kişi düştük yollara.
Gezimizi kendi aracımız ile gerçekleştirdik. Araç için yeşil sigorta, şengen (Schengen) vizeler (yeşil pasaportlara vizesiz), araç kullanacaklar için yenilenmiş ehliyetler hazır; Perşembeyi Cumaya bağlayan gece sabaha karşı 04.00 sularında ortak buluşma noktamız Mecidiyeköy’den hareket ettik.
Saat 08.00 de İpsala Sınır Kapısından tüm işlemlerimizi ve Dutyfree gezimizi de tamamlamış olarak Yunanistan’a giriş yaptık.
Sınır bölgesinde seyahat edenlerin dinlenmeleri için düzenlenmiş bir alanda aracımızı park edip bagajımızdaki atıştırmalıklarımızın bulunduğu beslenme sepetimizi :) açtık. Termoslarımızdaki çaylarla birlikte tatlı bir serinlikle bize hoş geldin diyen Yunanistan’da kara bir sokak köpeğiyle birlikte keyifli bir kahvaltı yaptık. Molayı kısa kesip tekrar yola koyulduk. Yaklaşık yarım saat sonra Dedeağaç’da olacağız.
İlk gece konaklayacağımız Dedeağaç sabah saatlerinde oldukça sakin, yüzünü saklandığı bulutların arasından ara ara gösteren güneşine eşlik eden hafif esintili rüzgârıyla sevimli, temiz, düzenli bir sahil şehri. İlk olarak otelimizi buluyoruz, şanslıyız ki odalarda bir gün önceden kalan yok. Eşyalarımızı yerleştirirken bir detayı hepimiz fark ediyoruz. Odamızın perdelerinin bir kanadı kırmızı bir kanadı beyaz. Yerleşme işimiz bitince ilk işimiz doğruca sahile kahve içmeye gitmek oluyor.
Dedeağaç (Alexandroupoli) 1878 yılında Ruslar tarafından inşa edilmiş bir şehir. Şehir adını Yunan Kralı Alexandros’tan almış. Küçük bir havalimanı var ve Balkanların en büyük hastanelerinden birine ev sahipliği yapıyor.
Yabancı dil hiç sorun değil. Türklerin yoğun olarak ziyaret ettiği bu ve diğer bölgelerde Türkçe rahatlıkla anlaşılıyor. Zaten bir zamanlar Türkiye’de yaşamış pek çok Rum esnafla rastlaştık.
Önce sahilde yürüyerek biraz zaman geçirdik. Kahve içmek için en ünlü yapılarından olan Deniz Fenerinin karşısında bir kafeye oturduk. Yunanlıların meşhur ‘’frappe’’sinden sipariş ettik. Çeşitli alternatifler sunuyorlar. Ufak boy, büyük boy, sütlü, sütsüz, şekerli şekersiz. Damak zevkinize göre birini seçiyorsunuz. Soğuk tüketilen bir kahve olduğundan yaz mevsiminde içmek daha keyifli olur diye düşünenlere karşılık ben her mevsim tüketilebilecek bir lezzet olduğu kanısındayım.
Hafta içi olması sebebiyle ortalıkta genç nüfus pek yok. Daha çok orta yaş ve yaşlı diyebileceğimiz kesim sabah gezmeleri için sokaklardaydılar. Biz 14 Şubat’da oradaydık. Mekânlar günün anlam ve önemine binaen her türlü kalpli, güllü dekorlarını hazır etmişler, gün boyu yapılacak etkinlikler için hazırlıklarını tamamlamışlardı. Kutlamalar dahilinde kahve içtiğimiz kafede yaşlı bir çift; tahminimize göre 80’li yaşların sonlarındaydılar, kahveleri eşliğinde denize bakarken fısıldaşmalarıyla, birbirlerine dokunmalarıyla, etrafa yaydıkları enerjileriyle sabah keyfimize keyif kattılar. Sıcacık ilişkilerini seyretmeye doyamadık. Maşallah diyelim . :)
Kahvelerimizi içtikten sonra bizim kordon boyuna benzeyen sahilinde tekrar yürüyüş, fener ve gar çevresinde dolaşma, Zafer Tanrıçası Niki’nin heykelini ziyaret, fotoğraf çekimlerinin ardından sahile paralel olan Dimokratias caddesine geçip biraz da orada gezinme. Bu cadde daha çok yerel halkın alışveriş ve sosyal ihtiyaçlarını karşılıyor. Pek çok kafe, mağaza ve dükkân arasında balık ve deniz ürünleri satan yerler çok ilgimi çekti. Bizdeki balık tezgâhlarının aksine içeride mağaza düzeninde buz dolu bölümlerde ürünler sergileniyor.
Dedeağaç’dan ayrılıp yine bir sahil kasabası olan Makri’ye doğru gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yol üzerinden bal alacağız. Zeytin ağaçları arasında bir ailenin işlettiği bal, zeytin, zeytinyağı, sabun gibi doğal ürünler üreten bir tesis var. Grup arkadaşlarımızdan buraya pek çok kere gelenler var ve bu balın müdavimi olmuşlar. Biz de sofralarında defalarca yediğimizden ‘’artık kendi balımız olsun bari’’ diyerek satın almak için sabırsızlanıyoruz. :)
Bu tatilde; gezmenin yanı sıra alış veriş olanakları da sizi bekliyor olacak. İki market var. Diğer birkaç ülkede de faaliyet gösteren Lidl ve Jumbo marketleri. Lidl yiyecek üzerine, bizdeki ucuz zincir marketler kıvamında diğeri de Jumbo. Her şeyi bir arada bulabileceğiniz Jumbo Market alış veriş tutkunuysanız bir kaç saatinizi alabilir, şimdiden söyleyeyim. Biz de bu iki markete uğrayarak alış verişten nasibimizi alıyoruz. Kedim Benek’e çok uygun fiyatlı bir paspas bulunca; dayanamıyorum alıveriyorum. Otoparktaki 34 plakalar arasından geçerek Makri yoluna sapıyoruz.
Makri ufak limanı da olan bir yer. Bomboş liman içinde yerlerde oturuyoruz, öbeklenmiş ağlar, cam gibi denizde süzülen balıklar, sokak köpekleri, teknelerinde balıkçılar… Yakınlarda uzun kumsallar. Mevsim dolayısıyla bomboş ancak yazın harika olacağı çok belli. Yazlık beldeleri kışın gezmenin keyfi de bir başka.
Öğle saatlerini geçtik. Biraz dinlenelim, bir çorba içelim diye geri dönüp, Dedeağaç sahiline geliyoruz. Akşam yemek yiyeceğimiz restaurantta yerimizi ayırtırken yan işletmede balık çorbasının olduğunu fark ediyoruz. Çorba içelim diye giriyoruz, Cacıki, Kabaki, Patates Kızartması, Yunan Salata üzerine de leziz bir çorba içip kalkıyoruz.:)))
Otelimize dönerken gençlerin de artık sokaklara çıktığını, 14 Şubat etkinliklerinin yavaş yavaş başladığını görüyoruz. Bizim içinse akşam yemeğine kadar biraz dinlenme vakti.
Akşam yemeğinde gittiğimiz restaurantta tüm masalar dolu ve herkes Türk. Adeta boğazda yemek yer gibiyiz. Deniz ürünleri sevenler için bu gezi rotası doğru bir seçim. Ahtapot ızgara, cacıki, kabaki, Yunan Salata, kalamar, karides kavurma, yeşil salata gibi yiyecekler yiyoruz. Belirtmeden geçemeyeceğim, cacıki bir porsiyon asla yeterli gelmiyor. Biz üç porsiyon yedik. En sevdiğimiz yiyecek o oldu. Alkol almak isteyenler için çeşitli Yunan rakıları ve farklı içecekler var. Yemek sonunda bir tatlı ikramı yaptılar. Her şey leziz, porsiyonlar doyurucu ve tazeydi. Yemek için beş kişi 70 euro ödedik.
İkinci gün sabah erkenden uyandık. Bir gün önceden Türkçe yazıları olan bir kafe görmüştük, kahvaltıyı orada yapmaya karar verdik. Çay çok nadir bulunuyor ve bu kafede çay reklamı vardı. Çay yüzünden girdiğimiz bu kafeden büyük hayal kırıklığıyla ayrılıyoruz. Eğer hamur ürünleri yemek ile bir sorununuz yoksa çok güzel hamur işleri satan yerler var. Kahvaltı için tercih edilebilir.
Yolumuz bugün uzun ve gezecek yer çok. İlk olarak İskeçe’ye gidiyoruz. Burası Batı Trakya’nın en önemli şehirlerinden biri ve tarihi Milattan Önce 870’li yıllara dayanıyor. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bu bölgede ilk olarak şehrin eski bölümünü geziyoruz. Palia Ksanthi-Eski Şehir bölgesi dar sokakları, eski evlerden oluşan mimarisiyle gezilmesi gereken bölgelerden. Bu civarda pek çok kafe, restaurant var. Cumartesi günü olduğundan her yer oldukça kalabalık ve cıvıl cıvıl. Cumartesi günleri kurulan bir pazarı var. Ucundan biraz gezdik. İskeçe nehri ve üzerindeki köprüyü gördükten sonra sıradaki şehir Gümülcüne’ye doğru yola çıktık.
Yol boyunca tabelalar hep Yunanca. Bu biraz zorluyor. Araç ile yol alacaksanız gitmek istediğiniz yerlerin Yunanca isimlerini not alırsanız büyük kolaylık olabilir. Bir de bana çok tuhaf gelen bir şeyi paylaşmak istiyorum. Eğer bir yere girecekseniz ‘’exit’’ yazan yerden girmeniz gerekiyor. Biz çıkış olarak alışkın olduğumuz bu kelimeyi burada giriş olarak kullanmayı ilk kayboluştan sonra öğrendik. Mantık şu: Üzerinde olduğunuz yoldan çıkış. Nereye gitmek istiyorsanız bu yoldan çıkın diyor kısaca.
Yunanca adı Komotini olan Gümülcüne’de çok vakit geçiremedik. Fazla gezilecek bir yeri olmadığından orayı biraz dolaşıp tekrar yola çıktık. Biz gezimizde otobanı zorunlu yerlerde kullandık. Daha çok eski köy yollarını tercih ettik. Böylece yol boyunca ilginç gördüğümüz köylere de girip çıkma fırsatımız oldu. Örneğin Gümülcüne’den Fanari’ye giderken Beyatlı köyüne uğradık. Köy kahvesinde soba başında oturup hem kahvemizi içtik hem de Türk vatandaşlarla sohbet ettik. ‘’Köyümüzün Türkçe adı Yahya Kemal Beyatlı’dan gelir’’ dediler.
Fanari çok keyifli ve ünlü bir yazlık yer. Sahili, kamp alanları, minik limanı, liman çevresinde duvarları resimlenmiş binaları ve Arogi sahilinde izlemeye doyamadığımız flamingoları ile bizde derin iz bıraktı diyebilirim.
Gün akşama dönmeye yüz tuttu. Bugünkü son durağımız Kavala olacak ancak yolda uğrayacağımız bir yer daha var. Porto Lagos.
Porto Lagos küçük bir balıkçı köyü. Yakınlarındaki Vistonida Gölü üzerindeki Agios Nikolaos Kilisesi ise bu bölgedeki görülmesi gereken en önemli yerler arasında. Burada göl üzerinde uzayıp giden ahşap bir köprüden geçilerek gidilen Agios Nikolaos Kilisesi devamında yine bir ahşap köprüyle bir ada üzerinde bulunan Virgin Mary Pantanassa Ortodoks Kilisesi’ne bağlanıyor. Kiliseyle ilgili anlatılan rivayetler bir yana dini ve tarihi açıdan önemli bir yer. Özellikle sağlık sorunları olanlar için dua mekânı olduğu belirtiliyor.
Porto Lagos’dan ayrılıp Kavala yoluna giriyoruz. Daha doğrusu çıkıyoruz. Kavala’ya vardığımızda ilk önce konaklayacağımız evi buluyoruz. Burada ”ev otel” tercih ettik ve iyi ki etmişiz. Her zaman ‘’ev ortamı candır’’ diyenlerdenim. Ev çok konforlu, temiz, modern ve yer olarak da çok güzel bir mahalledeydi. Daracık bir sokakta karşı karşıya olan apartmanların balkon ve teraslarının oluşturduğu, rengarenk tenteli, bol çiçek saksılı bir atmosferde uyanacak olma fikri çok keyifli geldi.
Yemek öncesi Kavala Kurabiyesi almak ve akşamın alacalı ışıkları altında Kavala’yı izlemek için tekrar limana döndük. Meydanda bulunan ünlü kurabiyecinin vitrininde ince belli çay bardaklarını görünce hasretimiz depreşti. Dedeleri Kapadokya’dan göçmüş çok sempatik mağaza yetkilisi bizim iki günlük çay hasretimizi dindirdi.
Alışverişlerimizi yaptıktan sonra akşam yemeği için limanda daha önceden kararlaştırdığımız restauranta gittik. Limanın gece manzarası da çok güzel.
Yakın ilgi ve kusursuz hizmetle karşılandığımız mekanda ortam oldukça sakindi. Bu kez yemekte balık tercih ettik. Hemen hemen tüm masalarda tüketilen bir acı biber kızartmaları var. Bildiğimiz sivri biberle çarliston biber arası irilikte bir tek yeşil biberi kızartıp zeytinyağ içinde garnitürleri ile birlikte sunuyorlar. Bizim Hatay biberine rakip olacak derecede acı ve iştah açıcı bir meze. Yandık, tutuştuk ama yemeden geçmedik. Yine yemek sonunda bize tatlı ikram ettiler. Sanırım burada böyle bir adet var.
Hava raporuna göre yarın bol güneşli bir sabah olacak. Kavala’yı öğlene kadar gezip dönüşe geçeceğiz. Dedeağaç’da kahvaltı sırasında yaşadığımız hayal kırıklığından ders çıkarmış gezginler olarak marketten aldığımız çayı evde demleyip termoslarımıza doldurduk. Bir pastaneden aldığımız domatesli salatalıklı peynirli sandwiçlerimizle erkenden Kavala tepesine Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykelinin yanına gittik. Deniz pırıltılı kıpırtılarla bizi selamladı. Güneş sıcacıktı. Heykelin hemen dibindeki parkta üzerimizde uçuşan martılarla birlikte kahvaltımızı yaptık.
Bana göre her şehirin eski mahalleleri en güzelidir. Burada da kale çevresinde ki eski mahalleleri, daracık sokakları, Kale, Halil Bey Camisi, Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış su kemeri, Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykeli, müze evi, Aziz Nikolai Kilisesi pek güzeldi.
Kavala Yunanistan gezileri içinde görülmesi gereken şehirlerden biri. Biz şehrin çıkışında olan bir balıkçı limanında denizin içinde oynaşan yavru kefalleri izleyerek kahvelerimizi içtik ve dönüşe geçtik.
Yapılarını ve doğasını korumuş olduklarını gördüğümüz, doğallıktan pek uzaklaşmamış, ortalarda hiç lüks araç görmediğimiz, fiyatları oldukça makul, güler yüzlü, nazik işletme sahipleri ve çalışanları olan, korna sesi duymadığımız, pazar günü gezmesine çok şık kıyafetler ile çıkan insanlarla karşılaştığımız toplamda 1000 km yol kat ettiğimiz her yemekte tüm deniz ürünleri ve mezeleri, duble salataları tıka basa yiyerek kişi başı en fazla 15 euro ödediğimiz keyifli bir gezi oldu. Hüzünlenmedik de değil. Yol boylarında bazılarının içlerinde mumlar yanan, dua kitapları olan minyatür kiliseler gördük. Belki adları başkadır. Biz kendi aramızda minik kilise dedik. Bu minik kiliselerin olduğu yerde, çoğunlukla trafik kazası sonucu hayatını kaybedenlerin anısına aileleri tarafından yaptırılıyormuş.
Oya ENGİN/17.02.2020-İstanbul
Son yorumlar