Ortaokul arkadaşlarımızla akşam yemeği yemek üzere her zamanki buluşmalardan birini gerçekleştirirken “Bu kez nereye seyahat etsek acaba? Hadi Balkan turu mu yapalım?” diye konuşurken İsviçre’de yaşayan arkadaşımızla akıllı telefon marifetiyle kurduğumuz canlı bağlantı sonucu ‘kandırılıyoruz’ ve oracıkta İsviçre’ye uçak biletlerimizi alıveriyoruz.
Hiç birimizin görmediği bir ülke olması, orada bizi bekleyen candan arkadaşlarımızla buluşma heyecanı, Heidi ve Alp dağlarına çocukluğumuzdan beri sempati duymamız, gideceğimiz tarihlerde hava şartlarının dört mevsim özelliklerini yansıtmasının ‘kandırılmamızda’ büyük rol oynadığını belirtmek isterim.
Zaman bizim için yavaş ama kendi olağanlığında akıp geçti, seyahat tarihimiz geldi çattı. Sorunsuz bir uçuştan sonra el bagajımızda ev sahiplerimizin memleket özlemini bir nebze de olsa giderecek taze soğanlar, salatalıklar, nane, maydanoz, dereotları ve de her seferinde yiyenlerde ayrı heyecan yaratan kısırımı yapmama yardım edecek acı biber ve domates salçalarını da sular seller gibi gümrük kapılarından geçirdikten sonra “Hoş bulduk Zürih.”
Zürih bizi tatlı bir yağmurla karşıladı. Ilık sayılabilecek bir havada hava alanına on dakika uzaklıktaki evimize doğru yola çıktık. Söylememe gerek yok ama yine de yazmak isterim. Yollar inanılmaz düzenli, tertemiz, trafik gayet iyi, binalar son derece bakımlı, her yer yeşilin tonlarıyla bezeli. Bomboş araziler göz alabildiğine uzayıp gidiyor. Mahallelerde bahçeler derli toplu, bazılarında atlara bile rastlıyorsunuz. Ortalıkta fazla insan görünmüyor. Evlerin önlerinde park halindeki araçları, kapılarda asılı şemsiyeleri, bahçe duvarlarına dayanmış bisikletleri görmesek terk edilmiş bir yere geldik zannedeceğiz. Meğerse burada hayat böyle huzurlu, sessiz ve sakince akıp gidiyormuş.
İlk akşam yemekten sonra tekrar Zürih’e gitmeye karar verdik. Toplu taşıma fevkalade. Tarife neyse o, sapma yok. Köye iki farklı güzergâhtan geçen otobüs koymuşlar. Biz durağın biraz gerisinde beklemeye başladık. Ev sahibimiz uyardı. Tam durakta durmalıymışız, yoksa araç yolcuyu almıyormuş. Durağa yanaştık. İlk gelen araca bindik. Otobüste genel olarak herkes birbirine gülümsüyor. Yollar açık, fazla yolcu sirkülasyonu yok. Otobüsten sonra trene binip çabucak Zürih’in merkezine ulaştık. Tren garındaki büyük saatin, tüm Zürihlilerin geleneksel buluşma noktası olduğunu öğreniyoruz. Biz de sanki orada buluşmuşuz gibi yapıp saatin altında fotoğraf çekiyoruz.
Yürüyerek gezilebilen bir şehir olduğundan, bir ucundan başlayıp, nehir kıyısından yavaş yavaş ev sahibimizi dinleyerek dolaşıyoruz. Köprüleri, ilginç mağaza vitrinleri, göldeki kuğu ve ördekleri, Zürihle özdeşleşmiş karşılıklı kiliseleri ile gece ışıklarıyla süslenmiş şehir merkezi pek güzeldi. Çikolata satılan dükkanların vitrinleri çok çekiciydi. Kuğular ve ördekler gölde huzurla yaşıyorlar. İnsanlara o kadar alışkınlar ki. Elbette bir iskele merdiveninden göle eğilip, kuğularla iletişim kurduğumu tahmin ettiniz.
Şehri daha detaylı gezmek, tepelere tırmanmak için ertesi günü beklememiz gerekti, saat geç olmuştu, son trene yetişmemiz lazımdı, gece gezisini bitirip eve döndük.
Ertesi gün şehir bizi lapa lapa yağan kar ile karşıladı. Sakin yağan kar altında Zürihi sabahtan akşama kadar dolaştık. Ben caddelerde çok eğlendim. Yaya geçitlerinde adımımızı attığımız andan itibaren tüm araçların durup bizim geçmemizi beklemelerinden çok keyif aldım. İnsanoğlu iyiye güzele çabuk alışıyor.
Gördüm ki nezaket en üst düzeyde. Diyelim bir kapıdasınız, bir sokağın başındasınız veya bir toplu taşıma aracına binmek üzeresiniz. Kimse sizi itip kakmıyor. Mütebessüm bir ifadeyle sizin hareket etmenizi bekliyorlar. Bazen bu birkaç dakika sürebiliyor. Tepki aynı. Fark edip kenara çekilirseniz insanlar nazikçe teşekkür ediyor ve yoluna devam ediyorlar. Zaten en çok duyduğum kelime “Teşekkür ederim” oldu.
Trenlerde ücretsiz gazete ve pencere kenarlarına asılmış dergiler var. Herkes alıp okuyor ve yerine bırakıyor. Ortada genç nüfus pek yok. Onlar çalışıyorlarmış. Ama çalışmayan orta yaş ve daha üzeri halk sokaklarda. Her yerde kahve dükkânları, atıştırmacılar, pastaneler, lokantalar var. Yaşlı kesim tek başına geliyor ve buralarda ya kitap ya da gazete dergi okuyup bir şeyler yiyip içerek vakit geçiriyor. Küçük mekânlarda, ki genelde kahveciler; bir masaya birbirini hiç tanımayan insanlar oturuyor ve tatlı tatlı sohbet ediyorlar.
İnsanlar köpeklerini de bu dükkânlara sokuyor, birlikte oturuyorlar. Elbette hepsi korumalı ve tasmalı. Tahmin ettiğiniz gibi bu manzara benim için şahane. Ama hiçbir köpeği sahibinden izin almadan sevemiyorsunuz. Bu konuda gelir gelmez ev sahibimiz özellikle beni uyarmıştı. Zira kimsenin özel alanına girilmiyor. Hayvanlar da buna dahil. Zaten köpekler de sevilmeye pek hevesli değil. Üzülerek saygı gösteriyorum. “Neyse” diyorum, “En azından ben de kedileri severim.” Diyorum da söylemeden geçemeyeceğim. Bir sabah aracımızı beklerken evimizin önünde park etmiş başka bir aracın içindeki koca kulaklı kömür gözlü bir köpecikle camdan el kol hareketleri yaparak iletişim kurmaya çalışıyorum. Hayvan önce gözlerini kaçırıyor, sonra başını çeviriyor ve en sonunda bana sırtını dönüyor. Anlıyorum ki hayvanı rahatsız ediyorum. Köpek sevmekten vazgeçiyorum, rotamı kedilere çeviriyorum.
İkinci gün geleneksel yemekleri “Fondü” yiyeceğiz. Ara sokaklarda güzel bir fondücüyü dün geceden mimledik. Sade dekoru olan şık bir mekân. Servis elemanımız Almanya’dan çalışmak için gelmiş çok sempatik bir genç hanımdı. Fondü, İsviçre’nin ocak başı yemeği gibi. Son dokunuşlar masanızda oluyor. Biz peynir fondüsünün mantarlı olanını ve ayrıca et fondüsünü de tercih ettik. Etler masanızda minik alevli bir ocak üzerinde derin bir kap içinde kızgın yağ ile servis ediliyor, siz uzun çatallarla; adı varsa da ben bilmiyorum, etleri yağa batırıp bekliyorsunuz kızarınca çatalı yağdan çekip eti yiyorsunuz. Peynir fondüsü de ocaklı şekilde masanıza geliyor ve kuşbaşı doğranmış ekmekleri aynı çatallarla (Et ve peynir çatalları birbirinden farklı, biri daha uzun. Bir de çatalların ucunda renkli bir bölüm var. Herkes rengini biliyor, kimsenin çatalı kimseye karışmıyor) erimiş peynire batırıp yiyorsunuz. Yanında turşu ve çeşitli soslar da veriyorlar. Peynir fondüyü biz seviyoruz, bir arkadaşımız hiç sevmiyor. Malum, kokusu biraz ağır.
Zürih gezimiz bitiyor artık diğer kantonlara başlıyoruz. İtalyan, Fransız ve Alman kantonlarının birçoğuna uğrayacağız. Kantonlar arasında geçiş yaptığınızı tabelaları okumasanız bile çatılardan anlayabiliyorsunuz. Çok kar alan kantonlarda çatılar dik. Güneye doğru kar yağışı azaldığından çatılar da yayılıyor.
Bir ortaçağ kasabasına doğru yola çıkıyoruz. Shafhausen. Görülesi bir yer. Meydanda gördüğüm bir kedi heykelinin fotoğrafını çekiyorum. Boynuna İsviçre bayrağı bağlamışlar. Gerçek bir kediyle hala karşılaşmadım. Gezmeye kendimizi öyle kaptırmışız ki park süremizi yarım saat kadar geçmişiz. Otoparkta aracımızın başına gittiğimiz de polis bizi bekliyordu. Turist olduğumuzu öğrenince çok ilgili davrandı, kasabalarına geldiğimiz için teşekkür etti, ceza yazmadı.
Rheinfall şelalesine de uğruyoruz. Ren nehrinin döküldüğü nokta. Her yerde Şatolar. Şövalye zırhları, harikulade cumbalı evler… Gruyeres kasabasına da gidiyoruz. Gravyer peynirinin ünlü olduğu yer. Burada bir not eklemek isterim. Kars turundan gelen bir arkadaşımın getirdiği gravyer peyniri İsviçre gravyerinden daha çok hoşuma gitti. Zaten İsviçre’de bol miktarda Hollanda peyniri tüketiliyor. Gruyeres kasabasının peynirlerinin satıldığı marketin harika bir göl manzarası var. Manzaraya karşı inek maketleri koymuşlar ve maketlerin yanına da Peter ile Heidi’nin yüzü boş olan heykellerini yapmışlar. Tahmin ettiğiniz gibi ben Heidi olarak fotoğraf çektiriyorum.
Dördüncü gün Basel’e gidiyoruz. Oradan Fransa ve Almanya’ya geçeceğiz. Erkenden yola çıkıyoruz. O sabah geleneksel İsviçre kahvaltısı yapıyoruz. Gezecek yer çok, o yüzden sıkı bir kahvaltının ardından yola koyuluyoruz. Çok güzel kişler yiyoruz.
Hava güneşli ve çok sıcak. İki gün önce lapa lapa kar yağarken bugün yaz sıcağı ortalığı kavuruyor. Valizlerimiz küçük ama hem yazlık ve hem kışlık giysilerle tedarikliyiz. 25 gün önceden hava durumları artık belli. Teknolojiyi seviyorum.
Baselden, Almanya’ya araçla giriş yapıyoruz. Almanya’da hiç yabancılık çekmiyoruz. Her yer Türk. Hatta bize laf atıyorlar, gülüşüyoruz. Sonra yürüyerek Fransa sınırından geçiyoruz. Almanya ne kadar kalabalıksa Fransa sınır köyü o kadar sakin. Nehir kıyısına doğru yürüyoruz. Karşımıza kanocular çıkıyor. Rengârenkler. Eğitim alıyorlar. Onları izliyoruz. Mayolarımız yanımızda olsaydı, yüzerdik. Hava ve su o kadar güzel. Basel’e geri dönüyoruz. Yollarda yine küçük köylere, ibadethanelere, göl kenarlarına uğruyoruz. Her yer ayrı güzel. Kedi bakınıyorum ama yok.
Köylerden geçerken hız yapamıyorsunuz. Hele evler yol kenarındaysa çok yavaş geçmek zorundasınız. İnsanları hiçbir şekilde rahatsız etmemelisiniz. Korna sesini hiç duymadım zaten. Kedi bakınıyorum yine yok. Bir köyden geçerken bisiklete binen bir çocukla karşılaştık. Yanından geçerken bomboş ve dümdüz yolda öylesine yavaşladık ki, aracı kullanan arkadaşım açıklama yaptı. “Çocuğu ürkütmeden ve dikkatini dağıtmadan yanından geçmemiz gerekir.”
Artık gezimizin son iki günü. Önce Fransız kantonunda Çikolata fabrikasına gideceğiz. Yarım günümüz orada geçecek. Bir çikolatanın nasıl yapıldığını öyküsel bir şekilde izleyeceğiz. Fabrika panolarına fındıklarını Türkiye’den aldığını bildiren yazılar yazmış. Kendi fındıklarımızdan ikram ediyorlar, yiyoruz. Üretim bölümünün sonuna doğru kağıtlı minik çikolataların ikram edildiği bölüme geliyoruz. Bir tepsi içindeki çikolataları ikram eden görevli aramızda konuşurken Türk olduğumuzu öğrenince bizimle fotoğraf çektirmek istiyor. Bizimle fotoğraf çektirmek isteyen görevli meğer iki yıl Türkiye’de yaşamış bir Pakistanlıymış.
Fabrikadan çıkınca doğru Başkent Bern’e hareket ediyoruz. Eski şehir ve yeni şehri geziyoruz. Ortaçağ şatolarından birine uğruyoruz. Şatonun tiyatrosunda sahneye çıkıp türkü söylüyoruz. Bizden başka kimse yok çünkü…
Bern’de her saat başı meydandaki büyük kilisenin çanı çalarken kulede açılan kapaktan çeşitli figürlerle birlikte şehrin simgesi ‘ayı’ çıkıp bir tur atıyor. Malûm, her saat başı kilisenin önünde bu olayı görüntülemek için büyük bir kalabalık bekleşiyor. Biz de bekleyenler arasındayız. Bern’de de kedi göremedim. Ayı gördüm , kedi yok. Geyik gördüm, kedi yok.
Akşam oluyor, yoruluyoruz, acıkıyoruz. Eve kadar sabredemiyoruz dışarıda yemek yiyip dönüyoruz. Yarın son gezi günü. İsviçre Açık Hava Müzesine gideceğiz. On kilometrelik ağır bir parkur bizi bekliyor. İtalyan kantonlarına doğru yolculuk var.
Çok erken saatlerde yola çıkıyoruz. Bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra müzeye tam açılış saatinde ulaşıyoruz. Ne demiş atalarımız? “Erken kalkan yol alır.” Müze İsviçre’nin geleneksel yaşamını sergiliyor. Yıllara ve kantonlara göre evler sıralanmış. Oldukları yerlerden sökülerek yeniden bu müze alanına yerleştirilmiş. Evlerin içleri dayalı döşeli. Yatak örtülerinden mutfak eşyalarına, perdelerden ayakkabılara, el aletlerinden sobalara kadar her şey aslına uygun olarak korunmuş. Hatta bazılarında aniden karşınıza çıkan bir kadın size fırından çıkardığı sıcacık kurabiyeleri ikram ediyor, bir başka evde yaşlı bir köylü amca size taze peynir yapıp tattırıyor.
Bütün bir günü müzede geçiriyoruz.Yaşlı amcanın yaptığı peynirden satın alıp ekmek arası piknik yapıyoruz. Dönüşte hala doyamadığımız köylerin birkaç tanesine daha girip çıkıyoruz. Akşam da evde kısır partisi yapıyoruz. Son gecemiz olması sebebiyle sohbet uzuyor uzuyor…
Nihayet döneceğimiz günün sabahı bir kedi görüyorum. O da komşunun ev kedisiymiş, evden kaçmış. Zaten o kadar şaşkın ve ürkekti ki… Ülkede sokakta kedi yok. Kedilerin hepsi sahipli ve evlerdeymiş. Kedi ve köpek seven bir halk ve hayvanlarını çok güzel koruyorlar.
Siyasi yapısı da ilginç. Yönetici yok. Birkaç milletvekili ve birkaç bakan koca ülkeyi yönetiyor. Biz oradayken bir seçim vardı. Reklam afişlerinin eni boyu sınırlı. Fazla büyük yapmıyorlarmış. Bizim emlakçı vitrinindeki ilanlar boyutunda bir şey. Üzerinde adayın resmi var. Hani kim kimdir tanınsın maksat. Kampanya falan pek yok. Çoğu bakan ve milletvekilini kimse tanımıyor. Çalışma programları, yaptıkları işler, kanunların içeriği halkın daha çok ilgisini çekiyor.
Hediyelik eşyaların fiyatları standart. Nereden alırsanız alın fiyatlar değişmiyor. Magnetler, çakılar, çantalar her kantonda aynı fiyat. Çikolatalar değişiyor. Çok çeşit var, el yapımı butik çikolatalar diğerlerine göre biraz pahalı.
Ülke demir ağlarla örülmüş. Her yere tren ve tramvaylarla gidiliyor. Üstelik çok konforlu. Her sokakta bir çeşme ile karşılaşıyorsunuz. Hem de suları içiliyor. Kapalı su hiç içmedik. Hep çeşmelerden… Bir de her yer heykel. Kimleri görmedik ki?
Tuvaletleri inanılmaz temiz. “Ne hatırlayacaksın?” derseniz ilk sırada tuvaletlerin temizliği derim. Umumi tuvaletler bile pırıl pırıl ve mis kokulu. İkinci hatırlayacağım şey de köylerde evlerin önünde raflı dolaplar var. Bazı insanlar ürettiklerini sabahtan buraya koyuyorlar ve bir para kutusu bırakıyorlar. Müşteriler raflardan ne alırlarsa kutuya paralarını bırakıyorlar. Ürün sahibi akşam olunca dolabı açıyor ne para birikmişse alıp çantasına koyuyor. Örneğin bizim karşımızdaki evde Cumartesi günleri yumurta ve çikolatalı ekmek satılıyordu.
Ev sahibimizin gösterdiği büyük misafirperverlik ve kıyı köşe bizi gezdiren değerli arkadaşlarımıza sonsuz teşekkürlerimizle güzel bir tatili tamamlamış olduk. Kedisiz falandı ama muhteşemdi.
Geldiğimiz gibi yine yağmurlu, ılık bir havada geri döndük.
Oya ENGİN/18 Mayıs 2017, İstanbul
Bir gezi bukadar mı güzel resmedilir, sayende bende gezmiş oldum , darısı başımıza
Very nice post. I just stumbled upon your weblog and wished to say that I have truly enjoyed
browsing your blog posts. After all I’ll be
subscribing to your feed and I hope you write again soon!