Sağlıklı bir insanın sabah uyandığı zaman görmek istediği en güzel manzaralardan biri pencerelerimizin arkasında bize yansıyor. Önümüzde uzayıp giden deniz manzarası, karşı kıyıdaki binalar, ağaçlar, martılar, gemiler, balıkçı tekneleri… İşte bildiğiniz Boğaziçi…
Hastam ağır bir zatürre geçiriyor. Boğazın tepelerindeki bu hastaneye yatırıldık. Yer bulmada çekilen zorluk neticesi üç kişilik bir odada alakasız bir servise kapı dibinde bir yatağa yerleştik. Güzelim manzara gözümüze görünmüyor, sadece hava ışıldadı mı, güneş battı mı, şu saat serum saati, işte iğnemiz geliyor… Bunlarla ilgileniyoruz.
Yan taraftaki yatakta yetmiş sekiz yaşında olduğunu öğrendiğim bir hasta kadın yatıyor. Sabah yatağında felç geçirmiş şekilde bulmuşlar. Konuşma ve yutma işlevlerini kaybetmiş bir halde. Çevresindeki olayları fark ediyor ancak fazla tepki veremiyor. İki kızı kalıyor yanında, canla başla annelerinin iyileşmesi için dua edip ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Hasta teyze yatağında başına gelenlerin şaşkınlığı içinde devamlı gülümseyen bir ifadeyle hareketsiz yatıyor.
Diğer hasta genç bir kadın. Kalp krizi geçirmiş ve başka önemli hastalıkları da var. Rahim kanseri, beyin tümörü ile de mücadele ediyor. Tabiri caizse en lay lay lom hasta biziz. Zatürremizi atlatıp bir kaç günlük antibiyotik tedavisinden sonra evimize döneceğiz. Hiç kimseye haber vermiyoruz. Herkesin işi gücü var, kimseyi yormayalım istiyoruz.
Yandaki teyzenin ziyaretçilerini gördükçe büyük usta Levent Kırca’yı bir kez daha anıyorum. Hastane ziyaretçilerinin gizlice içeri soktukları yiyeceklerden ölen hasta skeçini kim hatırlamaz?
Burada da ona benzer bir durum yaşanıyor neredeyse. Ziyaretçilerin arkası kesilmiyor. O bir saatlik süre içinde oda bir cep tiyatrosu kadar insanı ağırlıyor. Getirilen yiyecekleri yaşlı kadın yiyemiyor. Ama gürültü kirliliği, yaklaşık 30 m2 ye düşen insan sayısının getireceği negatif etkiler, enfeksiyon riski ( ki bu bizim ve diğer hasta için de ciddi bir sorun) hakkında bir yorum yapamayacağım.
Bir de ziyaretçilerin teyzeye yaklaşımları var ki evlerle şenlik. Hasta yatağına abanıp,
“Kız Süper Mario… Nabiyon?” diyen bir ziyaretçiye teyzenin ne tür bir duygusal tepki verdiğini göremiyorum. O an aklıma tanıdığım Mario’lar geldi. Mario Levi’yi biliyorum. Bir de futbolcu Mario Gomez. Bir Mario daha hatırladım, sanal bir oyun kahramanı olan. Bilgisayarların hayatımıza yeni girdiği dönemlere tanıştığımız. Teyzenin hangi Mario olduğunu çıkaramadım.
Bu grubun dağılmasından sonra çevik adımlarla odaya dalıp, uyumaya başlayan kadını sünnet çocuğuna çeyrek altın takan komşu coşkusuyla kucaklayıp uyandırdıktan sonra “Oh, burası çok rahat bol bol uyu,” diye teselli eden kadına;
“Rahat verseniz uyuyacak,” diye müdahale etmemek için kendimi zor tutuyorum.
Gelen bir başka ziyaretçi kitlesi anladığım kadarıyla dün gece toplu olarak bir kına gecesine gitmişler. Hasta teyzeye geçmiş olsun dedikten sonra gruptan bir kadın yan hastanın kadın ziyaretçilerinden birine,
“Ben sizi nerden tanıyorum acaba?” diye sorunca, bir ufak araştırma soruşturma sonucu ağda salonundan tanış oldukları ortaya çıkınca yıllardır birbirini görmemiş akraba sıcaklığıyla sarılıp öpüşüyorlar.
Onlar öpüşe dursunlar, diğer kadınlar dün geceki kına gecesinin dedikodularını saymaya başlıyorlar. Aslında nişanın daha güzel olduğu, ama kınanın da idare ederliği tartışılıyor. Hasta teyzenin kızları konuyla çok ilgileniyorlar. Mecburen kulak misafiri olduğumdan tüm detayları öğreniyorum. Gelinin saçı hiç beğenilmemiş. O saçı geline hiç yakıştıramadığını söylerken saç modasına yön verenlerden biri olabileceğini tahmin ettiğim hanım gelinin saçının geçen yılın modası olduğunu açıkladı. Bu arada ben de her yıl saç modasının değiştiğini anlyorum. Bir de falanca hanımın giydiği tuvalet filanca hanımın Süheyla’nın düğününde giydiğinin tıpa tıp aynısıymış. Üstelik satın almamış, modeli çalıp evde kendisi dikmiş.
Bu tip pişti durumları ne zaman halka indi? Ertesi gün dedikodusu yapılır hale geldi? Kendimi zor tutuyorum.
“Ne güzel işte; üretmiş, el emeği, kendi diktiği elbiseyle kınaya gitmiş. Varsın modeli yürütsün. Bugün ne tasarımcılar birbirinin modellerini araklamıyor mu?” demek istedim, ama demedim.
Son olay ziyaret saatini kaçırıp ucu ucuna teyzeye geçmiş olsun ziyaretine gelen bir anne kız ile hayat buldu.
Yaşlı teyze ziyaretçi yoğunluğundan abondone olmuş bir biçimde yatağında muhtemelen altının temizlenmesini sabırla beklerken son ziyaretçi ana kız nefes nefese odaya daldılar.
Hoş beş ten sonra nişanlı olduğunu anladığım kız hasta yakınları tarafından sorguya çekilmeye başladı. Damadın memleketi hiç beğenilmedi, o şehirliler hiç iyi olmazmış…
“Bak sen! Hangi sosyolojik bulgulardan edindiniz bu fikri,” diye soracağım, vazgeçiyorum. Nişanlı kız biraz bozuluyor. Annesi devreye giriyor. Damadının iyiliğinden, ailesinin düzgünlüğünden, dindarlığından, vicdanından bahsediyor ama nafile. Bir de evi olmadığı öğrenilince hepten üstü çiziliyor. Anladığım kadarıyla ağzınla kuş tutsa yaranamaz artık. “Yazık olmuş kızım sana,” denince ana kız beş dakika içinde hasta ziyaretine geldiklerine pişman olmuş bir şekilde kaçarcasına gittiler.
Gündüz ziyaret saati bitti, ama bunun bir de akşam versiyonu var. Çekirdek alıp beklemeye karar veriyorum. Dizi film gibi, üstelik reklamsız.
Oya ENGİN/27 Mayıs 2016, Beykoz
maalesef