Artık eşyaların isimlerini, kelimelerin anlamlarını öğrenmem gerekiyor. Yeni yaşamımda kendimi eğitmeliyim. Aklım, insan ablamın söylediği “bozuşuruz” kelimesine takıldı kaldı. Ne demek istedi acaba? Kötü bir şey olduğu belli ama gerçek anlamını bilmek istiyorum. Bundan sonra çevremdeki konuşmaları can kulağıyla dinlemeliyim. Kediler için okul olmadığından ben de her şeyi dinleyerek, izleyerek öğrenirim. Keşke bizim de gideceğimiz okullar olsa. Eski köyümdeki haylaz çocuk gibi ben de her sabah okula gitsem, kedi annem beni kapıdan uğurlasa.
Yeni evimde ilk ciddi kararımı alıyorum. İnsan ablamı çok iyi gözlemlemeye karar verdim. Gözümü kulağımı çok büyük açıyorum. İlk öğrendiğim şey elindeki aletin adı oldu. Cep telefonuymuş. Gerçi hiç cebinde görmedim, hep elinde. Onunla hem konuşuyor hem de başka şeyler yapıyor. Şimdilik sadece konuştuğunu anlıyorum diğer yaptığı işler çok karışık. Ama azimliyim, ben bir iyileşeyim her şeyi öğreneceğim.
Evin içinde dolaşmak istiyorum. Kıyı köşe her yeri iyice tanımalıyım. Eski mahallemizde bizim sokağı avucumun içi gibi biliyordum. Ah, bizim güzel sokağımız! Terasımızdan arka bahçeye inip, denize doğru koşarken kedi annem kuşları kovalardı. Biz de kovalamak isterdik ama kedi annem izin vermez, “Biraz daha büyümelisiniz” derdi. Biz küçük olduğumuz için kuşlar nasıl kovalanır bilmezmişiz. Kedi annem onlara zarar vermeden kovalıyormuş. Eğer kuşlar zarar görürse her sabah o güzelim şarkılarını söyleyemezlermiş. Hele Bülbül diye bir kuş varmış. Öyle güzel şarkı söylermiş ki, insanlar pencerelerini açar onun sesini dinerlermiş. Ama dut yememesi gerekiyormuş. Bunu öğrendikten sonra alt bahçemizdeki dut ağacını gözetlemeye başladım. Bir an önce büyüyüp ağaca konacak bülbülleri kovalamak için.
Anılar, anılar… Yanlış anlaşılmasın, eski hayatımı özlüyor değilim. Kedi annem bir gün bize süt içirirken günün birinde yuvalanabileceğimizi ve birbirimizden ayrılabileceğimizi söylemişti. Ama hiç üzülmememiz gerektiğini bunun harika bir şey olduğunu, her kedi yavrusunun böyle bir şeyi hayal etmesi gerektiğini anlatmıştı, uzun uzun.
Hastalanana kadar hep bu hayali kurdum. Ne zaman ciğerlerimdeki sesler yükselmeye, çok çok öksürmeye ve halsizleşmeye başladım o zaman bu hayalden vazgeçtim. Kedi annem çok çabaladı beni iyileştirmek için ancak hava soğuk, teras da rüzgârlıydı. Ama o gün, insan ablamı ilk gördüğümde hemen anladım. Hayal kurmaktan asla vazgeçmemem gerektiğini.
Evin en büyük odasına girdim. Karanlık bir yer, her şey alacalı görünüyor. Pencereye baktım, hava kararmış. Etrafı koklayarak gezmeye karar verdim. Yerde tüylü yumuşacık bir halı var. Ben bunun üzerinde sabah akşam yuvarlanırım. Halının üzerinde küçücük bir masa var, masanın üzerinde de de karanlıkta bile parıldayan tabaklar. Masanın üzerine sıçrayarak oturuyorum. A aaa! Bu tabağın içinde ne güzel şeyler var. Karanlıkta ne olduğu pek belli olmuyor ama bunlarla biraz oynasam mı?
Oynamaya başlamadan önce içeride neler oluyor, kulak kabartıyorum. İnsan annem ve insan ablam konuşuyorlar. Işıklı kutudan sesler geliyor. Sesler devamlı değişiyor. Birden şarkı çıkıyor sonra birden konuşma, birden kuş sesleri. İnsan annem “Televizyonda hiçbir şey yok bu saatte” diyor. Bak bir şey daha öğrendim. Işıklı kutunun adı televizyonmuş. Onlar içeride televizyonla meşgulken ben de biraz oyun oynayayım.
Patimi tabağın içine daldırıyorum. Tırnaklarıma yumuşacık bir şeyler takılıyor. Bir tanesini iyice kokluyorum. Kurumuş çiçek kokusu doluyor burnuma. Kokular bana çok şey hatırlatacak galiba. Eski evimdeki babaanneye çiçek hediye gelmiş, o da çiçekleri kurusun diye terasa asmış. Biz de üç kardeş o çiçekleri yere düşürüp darmadağın edip, oyun oynamıştık. Ev sahibimiz bize çok kızmıştı. Acaba bu çiçek kurularıyla da oynarsam yine bana kızarlar mı? Aman, ne olacaksa olsun, dayanamıyorum, oynayacağım.
Oyuna kendimi fazla kaptırdım galiba. Aşağı atla, yukarı zıpla yeniden aşağı atla yeniden yukarı zıpla… Benim için çok yorucu oldu. Öksürmeye başladım. O kadar çok öksürdüm ki, insan ablam içeriden koşarak geldi, ışığı açtı ve bir çığlık attı. “Ne olmuş burada?”
Işık açılınca çevreme bir baktım ki, tabakların içindeki kuru çiçeklerin çoğu yerdeki tüylü halının üzerinde. Ortalık öyle bir dağılmış ki. Halının üzerindeki masanın örtüsü bile yere düşmüş. O ne zaman düşmüş, hiç fark etmedim.
İnsan ablam ilk şaşkınlığı geçince, yanıma geldi. Başımı tuttu, gözlerimin içine bakarak, “Ne oldu güzel kızım? Neden öksürdün bu kadar?” dedi ve beni olduğum yerden kucaklayarak kollarının arasına aldı. Öksürüğüm geçmişti, artık daha rahat nefes almaya başladın. Çaktırmadan halıya baktım, görüntü çok fenaydı.
İnsan ablam beni odadan dışarı çıkardı, insan annemin yanına götürdü. “Sen burada otur, ben şimdi senin yaramazlıklarını temizlemeye gidiyorum, döndüğümde sana iki çift lafım olacak” dedi ve gitti.
O gitti; ben bittim. İki çift lafın çok uzun olduğunu, içinde pek iyi şeyler barındırmadığını önceden beri biliyorum. Sağa bakındım, sola bakındım doğruca kırmızı kurdeleli minderime gidip kıvrılıp yattım, gözlerimi yumup uyumaya çalıştım. Sabah ola hayrola…
Devam edecek…
Oya ENGİN/31 Aralık 2018, İstanbul
Son Yorumlar