Cumalıkızık-Mudanya-Tirilye-Gölyazı Gezisi…

 

Gökçeada gezisinin tozu hâlâ üzerimizdeyken biz dört gezgin kadın kendimizi yeniden yollarda bulduk. Bizim için her yolculuk bir diğerine esin kaynağı oluyor. Bu kez sonbaharın güzelliklerini yaşamak, rutin işlerimiz arasında bir günlük de olsa nefeslenmek için ver elini Bursa dedik. Rotamızı önce Cumalıkızık sonra Mudanya oradan Tirilye ve en sonra da Gölyazı olarak oluşturduk.
Günübirlik bir gezi planladığımız için sabah olabildiğince erken yola çıkıyoruz. Sabah kahvaltısını orman içinde doğal bir ortamda yapmak istedik. Evden hazırladığımız pratik kahvaltılıklar ve bir termos çay bizim için yeterli oluyor. Cumalıkızık köyü girişindeki mesire yeri bu iş için biçilmiş kaftan. Sonbaharın tüm güzelliği bize cömertce eşlik ediyor. Öbek öbek fışkırmış kokinalar arasına yerleştirdiğimiz seyyar koltuklarımızda orman havasını soluyup kuş sesleri dinleyerek sabah yemeğimizi keyifle yiyoruz.

Cumalıkızık köyü hemen yanı başımızda. Ormandan çıkınca yolun kalabalıklığını görüp şaşırıyoruz. Meğer doğa bizi bu kargaşadan usulca saklamış.

Cumalıkızık köyüne benim ilk gelişim. Elbette görsel olarak biliyor, tarihinden haberdarım. Ama yerinde görmek bir başka. Birbirinin aynı ürünlerin satıldığı tezgâhların yanından yürüyerek köy meydanına ulaşıyoruz. Tam ortadaki görkemli ağacın altında köyün tanıtımı ve Unesco mirası olduğunu belirten yazıları okuyorsunuz. Geniş bir meydan burası. Köy hayatına, eski yapılara ilginiz varsa burası güzel bir yer. Daha ilk andan itibaren çok güzel evler ve sokaklarla karşılaşacağınızı hissediyorsunuz. Ancak o kadar çok tezgâh ve satıcı var ki, meydan doğallığını ve güzelliğini kaybetmiş. Sabah saatleri olduğundan kahvaltı için köye gelen konukları kapabilmek için çabalayan tek düze, bıkkın ve mekanikleşmiş sesleriyle neredeyse her kapının önünde bağıran kadınların arasında kalıveriyoruz.

Bu ortamdan bir an önce uzaklaşmak isteğiyle meydandan yukarı doğru yürürken giriş katları henüz ticarethaneye çevrilmemiş evlerin meydandan uzakta olduğunu düşünüyoruz. Yanılmamışız, ancak bir hayli yürüdükten sonra hayal ettiğimiz gibi bir ortama kavuşabildik.

Köyün muhteşem bir dokusu var. Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örnekleri arasındasınız. Yolları taşlık. Bu yüzden bilek burkmalarına dikkat diyorum. Evler arasında terkedilmiş ve harabe haline gelenlerin yanında çok iyi korunmuş olanlar da var. Bazı evlerin kapıları ve kapı tokmakları çok göz alıcı. Renkler, cumbalar, avlular… İçinde yaşam olan evlerin pencerelerindeki işlemeli perdeleri ve alacalı renkleriyle ziyaretçileri adeta selamlayan çiçekleri izlemek insana kendini iyi hissettiriyor.

Zamanında buralarda nasıl bir yaşam varmış kim bilir? Hayal gücünüzü kullanmak isterseniz, işte size iyi bir fırsat. Dar sokaklarda gezmek pek keyifli. Aniden karşınıza çıkan başının üzerinde taşıdığı tablasıyla simit satan bir satıcıyla karşılaşınca çocukluğunuza doğru bir gidivermek…

Kahve saatimiz geldiğinden tercihimizi köy kahvesinden yana kullanıyoruz. Gezilerde yerel işletmeleri tercih ediyoruz. Özellikle köylerde köy kahveleri ilginç oluyor. Hem ürünler taze hem de yerli halkla konuşup kaynaşma fırsatı doğuyor. Eğer vaktiniz bolsa pek güzel hikâyeler dinleyebilirsiniz.

Köy müzesinin çaprazına denk düşen kahveye oturup kahveleri sipariş ediyoruz. Kahvenin açık alanında ufacık bir şadırvan var. Devamlı çağlıyor. Mermer katlarına su bardakları dizmişler. Tepeden akan su bu bardakları dolduruyor, taşan sular alttaki bardakları dolduruyor. Gelen giden bu bardaklardan su içiyor. Servis elemanına sorduk, kaynak suyuymuş.
Biraz daha ara sokaklarda dolaşıyoruz. Yaşam olan sokaklarda gezmek çok güzel. Kapı önlerindeki kadınlar ve çocuklarla sohbet etmek, bazen kaynayan bir kazanın içinden yayılan kokuyu koklamak, sebze ayıklayan birilerine ‘kolay gelsin’ demek, kapı aralıklarından görünen iç avlulardaki çiçekleri izlemek…

Aşağı ve yukarı köy arasında epeyce bir fark var. Ama turistik geziden anlayış alış veriş üzerine olursa kısa bir süre sonra köy güzelliğini ve özelliğini kaybedebilir. Köy Müzesini, özel kişilerce işletilen Unesco mirası bir müze evini ve Cin Aralığı’nı da gördükten sonra köyden ayrılıp Mudanya’ya doğru yola çıkıyoruz.

Kısa bir süre sonra Mudanya sahiline varıyoruz. Sakin, havadar bir yer. Tarihimize önemli katkılarının yanı sıra benim için de anlamlı bir şehir. Babamın çocukluğunun birkaç yılını geçirdiği yerdeyim. Meydandaki otoparka aracımızı bırakarak çevreyi yürüyerek gezmeye başlıyoruz. Sahilde sıra sıra lokantalar, kafeler, çayhaneler var. Bir şeyler atıştırıyoruz. Fiyatlar çok uygun geliyor. Uzunca bir sahil şeridi var. Yol boyunca yürüyerek Mudanya Mütareke Evi Müzesine doğru yol alıyoruz. Çok güzel bir Atatürk heykeli yapmışlar. Hangi tarafından bakarsan bak hep Atatürk sana bakıyor. Mütareke evini gezdik. Müze Kart burada geçerli. Geçmese de ücret sembolik. Ziyaretçisi bol bir müze, zaman zaman katlar arasında sıra beklemek çok hoşumuza gitti. Anlaşılan Mudanya’ya gelen pek çok kişi müzeyi ziyaret ediyor. Tahir Paşa Konağı da görülecek yerler arasında. Eski Rum evlerini görmek için Girit Mahallesinin sokaklarında dolaştıktan sonra deniz kıyısında bir kahve molası ardından Tirilye’ye hareket ediyoruz.

Mudanya-Tirilye arası bu gezide en çok hoşlandığımız yollardan biri oldu. Mudanya çıkışından sonra yüksek tepeler arasından deniz manzarası eşliğinde yol alırken çevreyi izlemek çok keyifliydi. Küçücük bir limanı olan bir kasabanın hemen ardından Tirilye sahiline ulaştık. Limana aracımızı park ederek yine yürüyerek kasabayı gezmeye karar verdik. Yol bizi geldiğimiz güzergâha geri götürdü. Bu kez alışveriş çılgınlığından fazla nasibini almamış bir caddedeyiz. Sağlı sollu yerel halkın ihtiyaçlarına yönelik dükkânların, kahvelerin, lokantaların olduğu bir kasaba. Zeytin ve zeytinyağı satılan dükkânlar daha çoğunlukta. Ara sokaklar dik yokuşlarla çevrili ama biz yine de tırmanmaya devam ediyoruz. Harabe halinde ama görkeminden bir şey kaybetmemiş, tarihte üzerine resim yapılan ilk kilise olduğu söylenen Kemerli Kilise (hala paskalya ve yortu da burayı ziyarete gelenler varmış) Taş Mektep ve biz apartman çocukları için masalsı tadı olan o sevimli, kapı eşiklerinde tatlı sohbetlerin yapıldığı eski evleri görüyoruz. En ilginç yapılardan biri Kemerli Kilise yolu üzerindeki bir köşe başını tutmuş ve neredeyse iki yüz yaşındaki daracık bir ev oluyor. Genel olarak bu evden Tabut Ev diye bahsediliyormuş. Hatta az ötesinde Perili Ev denen bir ev de var. Alacakaranlık kuşağı gibi bir sokak
Köy kahvesinde çay içiyoruz. Liman çevresinde kadınlar tezgâh açıp yöresel denilen ama her gittiğimiz yerde birbirinin tıpatıp aynısı ürünler arasından kestane, zeytin ve ceviz alıyoruz. Tirilye Çarşısı adında çok bilinen büyükçe bir dükkândan alış veriş yapılıyor. Tuz lambalarının fiyatları buralara göre bayağı uygun.


Günümüzde beton binalarla geleneksel binaların karmaşasını yaşayan biraz da bakımsız kalmış Tirilye’den ayrılıp güney yönüne doğru Gölyazı’ya hareket ediyoruz. Saat 16.00 suları. Gün yavaş yavaş dönmeye akşamın müjdesini vermeye başladı. Bir saat kadar yolumuz var ve biz günbatımını Gölyazı’da izlemek niyetindeyiz.

Gölyazı’ya vardığımızda tur otobüsleri ve gezginler geri dönüş yapmaya hazırlanıyordu. Köy girişindeki otoparkta o telaşlı hareketlilik arasında biz de aracımızı park ederek yürümeye başladık. Uzun sayılabilecek bir yolu kat ettikten sonra ünlü Ağlayan Çınar’ın yanına ulaştık. Yol boyunca göle sıfır noktalarında terkedilmiş görünümlü mekânlar bölgeye hüzünlü bir hava katmıştı. Evlerinin önündeki minicik tezgâhlarda bazen yaşlı kadınlar bazen çocuklar meyve, leblebili kurabiye, reçel gibi ürünlerini satmaya çalışıyorlar. Merkeze doğru ilerledikçe bakımsız gözleme tezgâhları, kapanmış lokantalar, inşaat artıkları çok hayal kırıklığına uğratıyor. Oysa bambaşka bir yer hayal etmiştim.

Ağlayan Çınar’ın ağlaması durmuş. Sanırım o da yapılaşma ve küresel ısınmanın kurbanı olmuş. Ağacın altına bir papağan getirmişler. Bir de fotoğrafçı. Papağanı isteyenlerin omuzuna yerleştiriyor ve hayvanın kanatlarını açması için birkaç hareket öğretiyor sonra da fotoğraflıyorlar. Fotoğrafı çeken öylesine kendi işine odaklanmış ki, ziyaretçi olarak ağacın tanıtım yazısını okumaya fırsatınız olamıyor, belki de bir fotoğraf çekmek isteseniz yapamıyorsunuz. İnsanlar papağanla fotoğraf çektirebilmek için neredeyse izdiham yaratıyorlar. Papağan için çok üzüldüm.
Uluabat gölü üzerinde belki de Gölyazı’nın en ilginç kara parçası olan yarımadanın çevresini yaklaşık on beş dakikada dolaşıyoruz. Gün artık veda etmeye hazırlanıyor. Meydana girerken görüp, hoşlandığımız bir restoranta doğru yürüyoruz. Balık yiyerek gün batımını izleyeceğiz.

Vakit ilerlediğinden restorant nisbeten sakin. Göle uzanan iskelesinde bir masaya yerleşiyoruz. Güneş hızla aşağı iniyor. Gözümüzün bir ucuyla güneşe bir ucuyla menüye bakıyoruz. Listede göl balıkları var. Kararsız kalınca servis elemanı ‘Karışık tabağımız var. Onu öneririm’ diyor. Böylece hepimiz içinde yayın, turna ve sazan olan tabaktan sipariş ediyoruz. Güneş tatlı bir kızıllıkla kaybolurken yerini alacalı ışıklara bırakıyor. Az sonra gece başlayacak. Gölyazı’nın ışıkları bir bir yanıyor. İşte gündüzün olumsuzluklarını örten gece Gölyazı’yı da güzelleştiriyor. Gece manzarası görmeğe değer. Gölde ziyaretçileri gezdiren tekneler de yavaş yavaş seferlerini azaltıyor. Balıklarımız geldiğinde göl ve Gölyazı huzurlu bir sessizliğe bürünmüştü.

Üç çeşit balıktan oluşan tabakta yayın balığı kokusundan dolayı beni biraz rahatsız etse de hepsi ayrı ayrı lezzetliydi. Doyurucu tabaklar, salatalar ve soğuk mezeler başarılıydı. Yemekten keyif aldık.

Gölyazı’dan ayrıldığımızda saat 22.00 civarındaydı. Yol üzerinden kestane şekerlerimizi de aldıktan sonra yeni rotamızı belirleyerek evlerimize döndük. Bu gezide 15.961 adım atıp 9,5 km yol yapmışız.

Yeni gezide buluşmak üzere…

 

Oya ENGİN/20 Ekim 2019, Bursa

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.